Müslüman inancına göre, H.z. İbrahim’in, oğlu İsmail konuşmaya başladıktan hemen sonra, üç gün boyunca gördüğü rüyalar üzerine, onu kurban etmeye karar vermesinin ardından götürdüğü Minâ dağında; İsmail’in, şeytan’a attığı yedi taş hem onu kurban hem de İsmail’i katil olmaktan kurtarır. İbrahim’in, İsmail’e uzanan bıçağı taşı kestiğinde gökyüzünden Cebrail’le birlikte inen koç simgesel olarak kurban edilir İsmail’in yerine.
Bugün, Müslümanların Zilhicce ayının 9. ile 12. günlerinde kutlanılan kurban bayramının kökleri ise Tevrat’a kadar uzanır. Kuran ’da anlatılana benzer bir biçimde, eşi Sara’nın kısırlığı nedeniyle çocuğu olmayan İbrahim, bir oğlu olması halinde onu Allah’a (Yehova) kurban olarak adar. İsmail (İshak) doğduğunda onu kurban etmek için Moriya’ya (Mekke, Minâ) götüren İbrahim, bir sunak hazırlayıp İshak’ı odunların üstüne koyar. Tam bıçağı uzattığında gökten inen melek “Tanrı’dan korktuğunu anladım İbrahim, çocuğa dokunma” der ve bir koç bırakır yeryüzüne.
Kuran’da “yumuşak huylu bir erkek çocuk” olarak anlatılan ve adı geçmeyen İsmail ya da Tevrat’taki adıyla İshak sadece simgesel bir kurban ritüelinin ötesinde, eski mitlerde anlatılan baba ile oğul arasındaki yer değişimini de sembolize eder. Ayrıca o, konuşma çağına gelince, Lacan’a göre dil aracılığıyla baba yasasına geçen ve ileride babasının yerine, onun adını devam ettirecek (babanın adı/ yasası) oğuldan beklenilen itaatkârlığını da ifade eder.
Katl Geleneğinden Simgesel Yasaya
Ancak, bunun ötesinde ‘kurban olmak’ yerine, babasına karşı çıkmayan ve sonunda kendi yerine eski Aztek geleneklerinde olduğu gibi yüksek bir tepeden atılan günah keçisi gibi gökten inen bir koçla ödüllendirilen İsmail ya da İshak veya Minâ ya da Moriya’ya gitmeden önce şeytan’a yedi sembolik taş atarak psikolojideki ‘haklı, çocuk öfkesini’ ortaya koyan “yumuşak huylu bir erkek çocuk” aslında, bir anlamda büyüme ritüelini gerçekleştirerek; hem babasını hem de kendini imgelemsel (rüya) evreden sembolik düzene, dile yani yasaya geçirir.
Bu bakımdan, bir çocuğun diliyle gördüğü rüyadan uyanan ve k-a-t-l geleneğini simgesel bir günah keçisi (koç) törenine dönüştüren baba da, oğluna tekamül edecek yasasını sınırlamış olur. Böylelikle, insan kurban etmek yerine hayvan kurban etme geleneğini de bir simge olarak ortaya çıkarır.
İşte tam da bu yüzden, köklerini ‘Kutsal Kitap’ların evrensel insanlık yasasından alan Kurban Bayramı’nın esasının sembolik bir uzlaşma olduğunu, bayramın son gününde herkes için hatırlamakta fayda var. Özellikle de, Başbakanın 20 Ekim’deki Diyarbakır gezisini protesto olayları sırasında gözaltına alınıp, sadece o eyleme katıldıkları gerekçesiyle “örgüt üyesi” suçlamasıyla yargılanan 13-14 yaşlarındaki altı çocuğun bayramını canı gönülden kutlamak ve artık onların yerine bu günlerde, sembolik koçları kurban etmek gerek. 8 Aralık'ta bianet’te yayımlanan haber de aslında bu çocukların, “şimdi serbest bırakılsalar da tutuklanarak damgalandıkları ve okula devam edip edemeyeceklerinin belirsiz olduğu” gerçeğinden dolayı, birkaç defa kurban edildiklerini gösteriyor.
‘23.5 Nisan’ın Suskunları: Hrant Dink ve Beyzar Hanım
Dil öğrenmek için okula gitmesi gereken çocukları sembolik bir dile geçme ritüeli olarak da yorumlanabilecek Kurban Bayram’ın da meleğini yitiren birer İsmail gibi ortada bırakmak sanırım hiçbir insanlık yasasında yer almıyor. Agos gazetesinin merhum Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in, “23.5 Nisan” yazısında belirttiği gibi:
“Yaşam denilen çocuğa ve geleceğe akıtılan miras olan 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı da katın onun içine ve daha da uzasın o günler, bütün Nisan’ı katın, bütün baharı katın. Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, varolan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz. Barıştırın çocukları birbirleriyle, tanıştırın…”
Evet, çocuklar halleder… Bence onlara kalırsa eğer dünya, vicdan ve adalet tıpkı İsmail’in hem kendini hem de babasını kurtardığı gibi muhakkak yürürlüğe koyar/ koydurur büyüme ritüellerinin ilki olan ‘öldürmeyeceksin’ yasasını önce şeytanı taşlayarak sonra da babasını rüyadan dile uyandırarak…
Evet bir de bu bağlamda, Diyarbakır’ın Son Kalan Ermeni’si Beyzar Hanım’a da “İyi Bayramlar” demek istiyorum…
2 Aralık 2008’de Zaman gazetesinde yayımlanan “Diyarbakır’ın son Ermeni’si” başlıklı yazısında şair Bejan Matur’un anlattığı Beyzar Hanım’ı da hatırlayarak; bayramın son gününü, tam konuşmaya başlayacakken dilsiz, koçsuz ve buruk bırakılan tüm çocukların suskun annelerine yakılacak sessiz bir ağıtla bitirmek faydalı olacaktır.
Matur’un belirttiği gibi “geçmişin seslerini en çok duyan, gidenleri, dönmeyenleri sanki en çok susarak yaşatan Beyzar Hanım, ‘Diyarbakır’ın son kalan Ermeni’si ve bu şehrin vicdanı.”
Bu şehrin ve bir bayram sonunda hatırlanan tüm ülkenin çocuklarının da ‘üşüyen’ ve ürken vicdanının son kalan fısıltısı belki de Beyzar hanım…(YK/EÜ)