Uzun otobüs yolculukları düşünmek için iyi bir zaman...
Otobüsle Adana'dan Diyarbakır'a dönerken “Acaba nasıl bir şeyle karşılaşacağım, bu savaş günlük yaşamı nasıl etkiliyor” diye düşünürken, otobüsün camlarına vuran yağmur damlalarıyla buğulanan cam gibi zihnim de bulanıklaşıyordu.
Suruç patlamasıyla beraber gelişen şiddet ortamı bu coğrafyada olabildiğince etkisini gösterdi. Sonrasında gelişen olaylarla beraber her akşam Diyarbakır'da çanaklı çömlekli ses eylemleriyle halk bu olayların bitmesini istiyordu.
Günlük yaşam havanın kararmasıyla sona ererken, yerini silah sesleri alıyordu. 1 Kasım seçimlerini bekleyen insanlar geleceklerinin aslında bu seçime bağlı olduğunun farkındaydılar. 'Seçimleri bekliyoruz' sözleri herkesin dilindeydi.
Yaklaşık 4 ay önce Diyarbakır'dan ayrılırken kentin atmosferi bu şekildeydi.
***
Evini terk etmek zorunda kalan insanların ilçeden ayrılırken çekilen fotoğrafları, tanklarla toplarla yakılıp yıkılan Sur'a ait fotoğraflar nasıl da tanıdık geldi.
Kaçan insanlar, taranan evler, camiler, tarihi yerler nasıl da Kobane'yi anımsatıyordu. Yoksa Diyarbakır Kobane miydi?
Aylar sonra döndüğümde “acaba” sorularının yerini bir savaşa bıraktığını gördüm. Ve asıl sorum şu oldu: “Ne zaman bitecek bu savaş”… Cevabı ise kocaman bir belirsizlik...
***
Sabahın erken saatlerinde hep aynı sesle uyandım. Bu ne bir çocuk sesi, ne de başka bir şey. Burada, yaşamın bir parçası haline getirilen bomba sesleri ne yazık ki…
Ankara patlamasına tanıklığın travmasını hâlâ atlatamamışken, burada her gün bu sesleri yeniden duymak “hem de en şiddetlisinden” yaşadığım bu travmayı hatırlatıp duruyor. Kulağımda patlama sesleri…
Bu seslere alışmak istemiyorum. Çünkü bu sesler normal olmayan değil. Bir otomobil fren yaptığında dahi paniklerken burada her gün patlayan bombalar, silah seslerinin üzerimdeki etkisini nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum...
***
Günlerdir Diyarbakır'dayım. Zorunlu olmadıkça dışarı çıkmıyorum, çıkmak da istemiyorum. Sur yoksa Diyarbakır'ın ne anlamı var ki.
Suriçi, Diyarbakır'ı Diyarbakır yapan yerdir. Dışarı çıkınca gidilecek, gezilecek ilk yerdir. Surlar'a çıkamadıktan sonra, Sülüklü Han'da Menengiç kahvesi içemedikten sonra, Surlar'dan Hevsel'e bakamadıktan sonra ne diye dışarı çıkayım ki. Ahmed Arif'in ( Edebiyat Müzesi) evinin avlusunda oturup Ahmed Arif'i konuşamadıktan sonra, orada şiirlerini okuyamadıktan sonra dışarı çıkmak pek de bir anlam ifade etmiyor.
Sur dışında kalan semtlerde hayatın normal olduğundan bahsediliyor. Okullarda, Suriçi'ne doğru bakan sınıflarda dersler işlenmezken, pencerelerden uzak durulurken, “artık evimizde bile güvende değiliz” denilirken, otobüs durağında, markette, minibüste, evlerde herkes Suriçi’ndeki yasağı konuşurken normal bir yaşamdan nasıl bahsedilebilir?
Kapalı kapılar arkasından kadınların Kürtçe ağıtları yankılanırken, beyaz tülbentlerin havaya kaldırılıp “Yeter artık bitsin bu savaş” feryatları yükselirken, gerçekten Sur dışında hayat normal olabilir mi?
Daha önce havanın kararmasıyla boşalan sokaklar artık gündüz bile kalabalık olmuyor.
Suriçi'nin daracık sokaklarında fotoğraf çekerken "Abla bizi de çek" diyen çocukları, evinin önünü süpürürken bizimle sohbet eden kadınları, arnavut kaldırımlı çıkmaz dar sokaklarını, her bir caddesini, tarihini unutamıyorum. Artık o çıkmaz sokaklar karanlık, ıssız ve bir o kadar da kimsesiz…
Ne zaman normalleşecek her şey? Ya da normalleşebilecek mi? (BK/HK)