Doğa; sorunlarla ve yıkımlarla baş etmeyi öğretmiştir insana. Kendini yenileyebilme, onarabilme, yeniden yeşerebilme; doğaya ve tabi ki doğanın ürünlerine mahsustur. Bir yıkımın ardından yeniden ayağa kalkabilen yaşar; bununla baş edemeyen ise ölüme yenik düşer.
Toplumlar da tıpkı doğa gibi başına gelen felaketlerle baş etmeyi, bu felaketlerden korunmayı öğrenebildiği ölçüde var olabiliyor. Bu baş etme ve korunma ile gelişen bir sistem oluşturuluyor.
Günümüzde bu sistemin devletleştiğini, yani bu görevin devlete yüklendiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Bir de devleti olmayan halklar var ki; başına gelen her türlü felakete karşı bir tomurcuk gibi kendi sistemini yaratıyor.
Başına tarih boyunca çok iş gelen Kürtler gibi... Kürtler; 30 yıllık savaşın sonuçlarını yaşıyorlar. Ekonomiden göçe, ölümlerden insan hakları ihlallerine, yoksulluktan parçalanmış ailelere kadar toplumun her kesiminin etkilendiği sonuçlar bunlar. Ciddi tahribatlar bunlar ve ciddi "onarımlar" gerektiriyor.
Devletin, Kürdistan'da "savaşan bir taraf" olarak kalması; bu süreçte, yani savaşın sonuçlarıyla baş etme sürecinde Kürtleri yalnız bırakıyor.
Ve doğadan, baş etmeyi öğrenebildiği kadar Kürtler bu sefer bu "yıkım" ile mücadele ediyorlar. Nasıl mı? Tabi ki yarattığı kurumlarıyla...
Bu yazıda; Diyarbakır'da son 10 yılda oluşturulmuş kurumlara ve bu kurumların toplumsal travma ile baş etme yöntemlerine bir göz atılacak. Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) "Toplumsal Travma ile Baş Etme Yöntemleri" adlı toplantısı için hazırlanan sunum ve yazılan bu yazı için derinlemesine görüşmeler yaptık.
Bu görüşmeleri Diyarbakır'daki Mezopotamya Yakınlarını Kaybedenlerle Yardımlaşma Derneği (MEYADER), Diyarbakır Göç Sorunlarını Bilimsel Araştırma ve Göç Mağdurları ile Sosyal Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği (GÖÇDER), Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi-Sosyal Hizmetler Müdürlüğü-Diyarbakır Kadın Sorunlarını Araştırma ve Uygulama Merkezi (DİKASUM), Umut Işığı Kadın Kooperatifi, İnsan Hakları Derneği (İHD), Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği (SARMAŞIK), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen), Diyarbakır Barosu ve Diyarbakır Tabip Odası temsilcileriyle gerçekleştirdik.
Neden bu kurumlar?
Bu kurumları meslek örgütleri, "savaş mağduru" dernekler ve "savaş mağduru" ailelerle çalışan dernekler olarak sınıflandırabiliriz.
Meslek örgütleri zaten devlet tarafından kurulan hukuk sistemi, eğitim sistemi, sağlık sistemi çalışanlarını kapsıyor. Buralarda çalışanlar bu sistem içinde imkan ölçüsünde çalışmalar yürütüyor.
Diyarbakır kendi yaralarına derman olmak için kurumlar yaratırken, aslında kendi modelini de oluşturmaya çalışıyor. Bu yeni kurumların tarihi yoğun savaş döneminin sonuçlarının yaşandığı son 10-15 yıla denk düşüyor. Bu kurumlardan bazılarında, MEYADER gibi, yakınlarını kaybeden aileler yönetici, üye ve gönüllü olarak yer alırken, bazılarında da, SARMAŞIK gibi, kentin önde gelenleri kurucu ve aktif çalışanlar olarak var oluyorlar.
İHD, Kürdistan'a has bir kurum olmamakla birlikte 90'lardan itibaren Kürdistan'da hep varoldu. Sosyal Hizmetler Müdürlüğü'nü de yine Sümerpark'ta oluşturulan "ortak yaşam alanı" fikri temelinde bir sosyal merkez olma iddiasıyla yapılandırıldığı içindir ki bu çalışmaya dahil ettik.
Bu kurumlar; aslında devletin yapmadıkları ve yaptıkları yüzünden ortaya çıktı.
İşkenceler, hak ihlalleri İHD'yi, Cezaevi sorunları THAYDER'i, zorunlu göç uygulaması Göçder'i, ölümler, kayıplar, faili meçhuller, MEYADER'i, Savaş koşulları yoksulluğu tetikleyince SARMAŞIK'ı ortaya çıkardı.
Görüştüklerimizden birinin deyişiyle "Biz kendimizi kapatmaya uğraşan, kapanmasını istediğimiz bir derneğiz." Çok doğru; Devlet, zorunlu göç, cezaevleri, hak ihlalleri, ölümler gibi süreçleri oluşturmasaydı ya da devlet bu olaylar karşısında adaleti işletip eşit davranabilseydi bu dernekler kurulmayacaktı.
Travmayı biliyor muyuz?
"Öyle bir savaş ki herkesi etkiledi. Bedel ödemeyen hiçbir insan yok. Kürt toplumu hiçbiri normal değil, anormaldir. Ne kitap yetiyor, ne dil yetiyor, roman yetiyor bunları anlatmaya. Kendi aileni bile koruyamıyorsun."
Böyle diyor görüştüklerimizden biri. Kurumlarımız, toplumun travma yaşadığının farkında. Burada, bir insanın ölümü, cenazesi, göç, boşaltılan köyler, devlet görevlilerinin düşman bakışlarına tanık olmamış, komşusunun ağladığını, arkadaşının isyan ettiğini, ağabeyinin veryansınlarını, bir annenin ağıdını duymamış kimse yoktur.
Bir görüşmecimiz "92'de Diyarbakır'daydık işte" diyor, 'gerisini sen anla' anlamında. Çocuklarla çalışan başka bir kurum temsilcisi de "Biz de Kürt çocuğuyduk" diyor. Uyuyamama, agresiflik, baş ağrısı ya da mide sancılarının yaşananlarla bağlantılı olabileceği biliniyor. Bu kadar şey yaşayan bir halkın normal olmayacağı kabulü var.
Neler yapıyoruz, neler yapmıyoruz?
Her kurum öncelikle çalıştıkları konudan kaç insanın etkilendiğine dair veri havuzu oluşturuyor; savaştan etkilenen sayısının belirlenmesi gibi.
Mesela SARMAŞIK'a dört yılda 30 bine yakın kişi "açım" diyerek başvurdu. SARMAŞIK veri havuzunda ihtiyaçlar dahil bu ailelerle ilgili ayrıntılı bilgiler mevcut. MEYADER'de faili meçhuller, gözaltındaki kayıplar, öldürülen gerillaların bilgileri birikmiş. Göçder'de boşaltılan köyler, göç eden kişilerin veritabanı saklı...
"Mağduriyetler" uzun yıllar ve yollar sonucu oluştuğundan bir kurumun tek başına kısa sürede üstesinden gelebileceği boyutta değil. Kurumlar, ailelerin büyük "mağduriyetlerini" gideremiyor, ancak "ilk ihtiyacı" karşılayabiliyor.
Mesela bir ailede tutuklu bireyin yokluğunun yanı sıra görüşe gidiş gelişler, hapishane ihtiyaçlarının karşılanması da önemli. Mesela, Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (THAYDER) görüş günlerinde ailelerin şehir dışında kurulu olan D tipi cezaevine ve hatta yakın illerdeki diğer cezaevlerine ulaşımını sağlıyor.
Bir ailenin cenaze ihtiyaçlarının giderilmesi, danışmanlık hizmetleri de MEYADER'in çalışma alanına giriyor.
Başarıyla yürütülen "Kurumlararası işbirliği" de hayatı kolaylaştırıyor. Kurumlar başvurucuyu ihtiyaçları temelinde ilgili kurumlara yönlendiriyor. Eğitim sistemindeki aksaklıkların çözülmesi yolundaki talepler, GÖÇDER'in tazminatlar için açtığı davalar, İHD'nin işkencenin takibi için başlattığı soruşturmalar da "hukuksal ve politik" çalışmalar arasında yer alıyor.
Sosyal etkinlikler; birçok kurumun gündemine girmese de aslında olumlu etkiler yapan bir çalışma alanı. Çalışmaların neye karşılık geldiğini ise çok da görmüyoruz; sorun o kadar büyük ki ne yapılsa küçük kalıyor gözümüzde. Yine de sorunların çözümü yolunda ciddi bir alt yapı oluşuyor.
Travmayla karşılaşınca
Burada görüştüğümüz kurum temsilcilerinden birinin başından geçen bir olayı anlatarak başlamalı.
Bir faili meçhul başvurusunda kadın eşini ve eşinin ölümünü anlatmaya başlıyor. Başvuruyu alan kişi yani bizim görüştüğümüz kişi, kadının eşini tanıdığını fark ediyor, "Hasan mı?" diye soruyor. Kadın "Evet" diyor ve ikisi birden ağlamaya başlıyor.
Yönetimin, çalışanın, başvuruyu alanın da "aynı tarih"e sahip olması olumlu mu, olumsuz mu? Diyarbakır'da benzeri geçmişi paylaşmayan birini bulmak mümkün mü?
Kurum temsilcileri konuşuyor
"Her başvurucu, 'benim başıma gelen kimsenin başına gelmemiş' diyerek söze başlıyor. Onlara, başka hikayelerden örnekler veriyoruz. Bizim ailelerimiz yoksuldur. Yardım için geliyorlar. Çocukları için çok şey istiyorlar .Ben hepsinden fazla mağdur oluyorum."
"Çalışanlar da benzer süreci yaşadığı için o aileye pek yabancı değiller. Kendi örneğini verdiği zaman, kendini güvende hissediyor. Güven yaratabilmen o değerleri öne çıkarman, ona kavratabilmen olumlu etki yapıyor."
"Travmaya göre değişiyor. Sakin olmaya çalışıyorum. Sonra empati kuruyorum. Sonra kurum yönlendirmeleri yapıyorum. Bazen de sigara üstüne sigara içiyorum."
Yetersizlik ve çaresizlik!
Özellikle travma yaşamış, bunun etkisini üzerinde yoğun olarak yaşayan gruplarla görüşmelerde "yetersizlik" ve "çaresizlik" gözleniyor.
Bu sistem, "Kürt çocuklarına Türkçe öğreten Kürt öğretmenler" yaratıyor. Bu öğretmenler; öğretmenlik yapamıyor; dil öğretmeye çalışıyor; kalabalık sınıflarda öğretim değil eğitim başlıyor. Eğitim Sen'li görüşmecimiz çocuklarla anadillerinde konuştuklarını, konuşmak zorunda kaldıklarını ve aslında bunun ilişkileri daha yakınlaştırarak; daha büyük oranda başarı getirdiğini belirtiyor.
Tabip Odası'ndaki görüşmeci "yoksulluk", "göç" ve "anadili" gibi nedenlerle daha da eve kapatılan kadının sağlık açısından ciddi sorunlar yaşadığına dikkat çekiyor ve hastanelere gelen hastaların yüzde 80'inin kadınlar olduğunu söylüyor.
Bunun temelinde ise psikolojik rahatsızlıklar yattığını ancak sağlık sisteminin bunu önleyici ve giderici önlemleri ve olanakları olmadığını aktarıyor.
Baro'da görüştüğümüz kişi suçsuz olduğuna inandığı müvekkillerinin yıllarca cezaevinde kaldığına tanıklık ettiğini dile getiriyor, "Hakimin iyi niyetli olması yetmiyor. Sonuçta o da bu sistemin içinde" diyor.
"Bu bir çaresizlik yaratmıyor mu?" diye sorduğumuzda ise "Bunun tanımı yok. Bu yaşananlar karşısında hissettiğinizin bir tanımı yok. Siz hiç yan yana kefen içinde dizilmiş 38 cenaze gördünüz mü? O gün, o koşullarda bu vardı, biliyorsunuz, anlıyorsunuz ama 33'ü gerilla 38 cenazeyi yan yana görmek başka bir şey" diye konuşuyor.
Kurum çalışanları ne durumda?
Görüşmecilere, "Kurumda bu yoğunluktan rahatsız olan, sağlık sorunu yaşayan var mı?" diye sorduğumuzda da aldığımız cevaplar; çaresizlik, yetersizlik, politiklik ve travmatikti!
Birinci görüşmeci:
"Gücün yetse de yetmese de, çözüm olsa da olmasa da, sen o aileye umutsun. En son geldiği yer burası. Devletten işkence görmüş, reddedilmiş, ötekileştirilmiş bir kişi buraya geliyor. "Yapamam" dediğinde bütün hayali yıkılır. Yapamayınca kendinden sosyal yaşantından, ekonomik gücünden taviz veriyorsun.. 'Travma ne' dersen, ben pratikte yaşıyorum. Kurumda o durumda olan çok arkadaş var."
İkinci görüşmeci:
"İşimiz, 24 saat. Ne çalışsan biter, ne sen bir şey yaptım diyebilirsin, çünkü 30 senenin birikimidir, iki yıldır imkansızlık içinde yapıyoruz. Çalışanlar hiçbirimiz hiçbir yerden ücretli değiliz."
Sinirlerinin bozulduğunu, çabuk öfkelendiğini, gece kabuslar gördüğünü, mide sorunu yaşadığını söyleyenler de oldu. Tabi bu konuda eğitim almak istediğini söyleyen de...
Neler yapılabilir?
Kurumların, bu sorunların aşılması noktasında belirttiği görüşleri aynen aktarıyoruz.
Özür bile acı hafifletir
"Kürt sorununun çözülmesi aşamasına girmesiyle birlikte; geçmiş ile yüzleşme önemli. Bir insandan özür dilemek bile acıları hafifletebiliyor. Göçler, faili meçhuller... Bu ülkede yaşayan insan 'kimliğimden düşüncemden inancımdan dolayı başıma herhangi bir olay gelmeyecek' diyebilmeli; buna inanabilmeli. Gelirin artması da ciddi anlamda rahatlatır."
Travmayı gizliyoruz
"Partinin doktorları olmalı. Belediyenin sağlık kurumları, gezici ekipleri olmalı. Aileler travma geçiriyor. Gizliyoruz. Hem biz ilgilenmiyoruz, hem onlar gizliyor."
Bütün topluma terapi
"Hap gibi bir şey olsaydı, o kadar basit olsaydı çözülürdü. Kaç kişiye yetişebiliyoruz ki? Kaç kişi değişim yaşıyor? Yıllardır, burada çalışıyorum, binde biri değişti mi? Sorunlar o kadar büyük, o kadar aşılmaz ki, bütün toplumu terapi mi yapacağız, gruplar halinde?"
Yüzleşmek
"Olaylarla yüzleşmek gerekiyor. Anlatmadan kurtulamıyoruz, anlattıkça rahatlayacağız. Paylaşmak önemli. Topluma travmayı yaşatan nedenler anlatılmalı, onu bir daha yaşamayacağına dair güvence hissetmeli."
Hedef ve amaç olmalı
"Kürt sorunu çözülmeden, yaşananları tedavi etmek, sorunlarını çözmek ne kadar mümkün? Çözüm gücü olmak isteniyorsa, hedef ve amaçlar olmalı. Daha hümanist, daha özgürlükçü bir ortam olmalı. Kişi kendisinden başlamadıkça sağlıklı bir ortam yaratılamaz. Haklarını arayan örgütlü bir yapıda buluşmalı."
Son günlerde demokratik özerkliği mi tartışıyoruz? (MT/BA)