Gece uyuduğumda saat 3’ü geçiyordu. Takatim olsa ve sosyal medyadan, ajanslardan haberler akmaya devam etse uyumayacaktım muhtemelen. Çünkü Sur’dan patlama sesleri aralıklarla da olsa benim mahalleme kadar ulaşıyordu. Kaç gündür okumaya çalıştığım roman sehpanın üzerinde duruyordu. Roman okumayı seviyorum. Günlerin ağırlığını dağıtacağını düşündüğüm için ayrıca sığınıyorum romana. Ama sanki birden fark ediyorum, birkaç sayfa okuyup haberlere baktığım için, günlerdir ancak elli sayfa kadar okumuşum kitabı. Daha beteri, kaldığım yerden okumaya devam ederken, kahramanların adlarını bile unuttuğumu fark ediyorum.
Patlama seslerini duymazdan gelerek, romanı yeni baştan okumaya çalışırken uyumuşum. Diyarbakır’da kırk gündür insanlar benzer şekilde uyuyor. Kitap okuyup, televizyon izleyip uykuya dalıyorlar. Yarın her şeyin daha iyi olacağını umarak.
Saat altıda uyandım. Beni uyandıran neydi bilmiyorum. Belki kanepede uyumuş olmanın verdiği rahatsızlıktı (ama aslında alışığım burada uyumaya), belki patlama sesleriydi. Patlama sesleri aralıksız devam ediyor ve o kadar yakın ki, çatışmalar benim mahalleme kadar ulaştı diye ürküyorum.
"Başka mahalle bozar bizi"
Seslerin nereden geldiğini anlamak için pencereye koşuyorum. Sur’dan geliyor sesler. Hangisi ses bombası, bomba atar, tank ya da havan topu sesi, anlamam mümkün değil. Kimi patlama sesleri çok güçlü ve Sur’da sağlam ev kalmadı diye düşünüyorum. Sur’un sonsuza kadar kıvrılıp giden, köşeyi dönünce bir sürprizle karşılaşacaksın duygusu veren daracık sokakları canlanıyor gözümde. Sokağı süpürüp yıkayan, kapı önünde oturup muhabbet eden kadınları, sokağı çınlatan çocuk seslerini, bıçkın delikanlıları düşünüyorum.
Ne yapıyorlar şimdi? Sur’da kalmaya devam mı ediyorlar, yoksa o çok sevdikleri sokaklarından göç mü ettiler? Birkaç yıl önce Sur’da yaşayan gençlerle ilgili bir dosya hazırlamaya çalışmıştık. O gençlerden biri, ailesi başka ilçeye taşındığı halde Sur’dan ayrılamadığını söylemişti. “Burada doğdum, büyüdüm abe” demişti ‘kırık’ şivesiyle, “Başka mahalle bozar bizi.” Şimdi ne yapıyor çocuk? Top sesleri de koparamadı mı acaba onu Sur’dan?
Ortaokul çocukları geçiyor pencerenin önünden. Sabahın erken saatine ve top seslerine rağmen neşeli, gürültücü konuşuyorlar. Birinin elinde sigara var. Seslensem, “Sigara sağlığa zararlıdır” diye nasihat etsem... Yine bir şey patlıyor, ses bombası, bomba atar, tank ya da havan topu... Sokağı dönecekken duruyor çocuklar. Okula gidecekler ve okulları yüz metre kadar ileride, ama sabahın sessizliğini öyle bölüyor ki patlamanın sesi, ilerleyemiyorlar. Çocuklardan biri arkadaşını küçümseyerek, “Korkuyor musun oğlum” deyince anlıyorum korktuklarını. İyi ki diyorum sigara içen çocuğa seslenmedim. Çocukların öldürüldüğü, cesetlerinin kar altında bekletildiği bir şehirde ne manasız bir çıkış olurdu bu. Sonra gidiyorlar sokağı dönerek.
Çocuklar gidince görüyorum karşı kaldırımdaki kadını. Küçük kızının elini tutmuş bırakmıyor, patlamadan sonra yoğunlaşan silah seslerini dinliyor. O kadar belli ki kızını okula göndermek istemediği… Ben pencerede, o karşı kaldırımda, çiseleyen yağmurun altında bekliyoruz, silah seslerini dinliyoruz.
"Bu koşullarda Sur'a gidemeyeceğiz"
Uykusuzum. Uyumayı denesem uyuyabilir miyim? Ama gazeteci arkadaşım Rojin Oğurlu’yu arayacağım birkaç saat sonra, onunla buluşup Sur’a, yasaklı olmayan mahallelere gideceğiz. Patlama sesleri geliyor yine ve hayat devam ediyor sanki. Karşıdaki bakkal kapıya çıkmış, elleri pantolon ceplerinde, bekliyor. Şemsiyelerinin altına sığınmış birkaç kişi otobüs durağına doğru gidiyor. Sakin sokağın sessizliğini silah sesleri bozuyor sadece.
Saat 10’da Rojin arıyor, “Bu koşullarda Sur’a gidemeyeceğiz” diyor. Rojin aylardır haber yapıyor Sur’dan. Sur’da yaşayan, yasaklı mahallelerden göç eden insanları tanıyor. Beni onlarla tanıştıracaktı bugün. Sur’a gitmek için ısrar etsem ve kazara Rojin’in başına bir şey gelse kendimi asla affedemem. “Uygun olduğunda görüşelim yine de” diyorum, anlaşıyoruz.
Patlama sesleri dinmiyor. Patlama sesiyle uyanmak yeni bir şey değil, Diyarbakır’da yaşayan herkes alıştı bu duruma. Patlama sesleriyle uyanmaya alışmak iyi bir şey değil. Her patlamanın insan canına kastettiğini bilmek iyi bir şey değil. Bu patlamalarda hayatını kaybeden gençlerin cesedi kar altında bekliyor, aileleri onları alabilmek için açlık grevine girmiş, bunu bilmek hiç iyi değil. Bu nedenle Sur’daki abluka kalksın, insanlar ölmesin, müzakere sürecine dönülsün diye insanlar sokağa çıkıyor neredeyse her gün ve her defasında devletin ‘orantısız’ şiddetiyle karşılaşıyorlar. Devletin şiddeti yeni bir şey değil ve bu şiddet bütün ülkenin geleceğine gölge düşürdüğü için hiç iyi değil.
Bomba ve silah sesleri kesilmeyecek gibi. Sur’a gidemeyeceğim, ama evde hiçbir şey’i beklemek de anlamsız. İnsansın, gazetecisin, insanlar öldürülüyor diye için yanıyor ve deli gibi dışarıda neler olduğunu merak ediyorsun.
"Kafeyi açtık savaş başladı"
Şeyh Said Meydanı’nın eski adı Dağkapı. Polisin bariyerlerle çevirdiği beton meydan yıllar önce yemyeşildi. Gazeteciler Cemiyeti’nin lokali de buradaydı. Orada geçirdiğim zamanları hatırlıyorum. Her tarafta sanki sadece polis var şimdi ve birkaç yüz metre ileriden, Sur’dan silah sesleri geliyor. Geri dönüyorum oyalanmadan, insanın içini karartan, geleceğe dair umutlarını bitiren manzaradan kaçıyorum.
Diyarbakır’daki kafelerin adı sahiden çok yaratıcı, sanatsal ve devrimci. Fransız esintisi taşıyan ve insanın içindeki neşeyi kıpırdatan “Olala” adlı bir kafe olur mu Diyarbakır’da, diye düşünmeyin, oluyor işte. Küçücük, şirin bir mekân. Kafede kimse yok, yine de adet yerini bulsun diye, “İşler nasıl” diyorum kafeyi işleten Rojda’ya. “Kafeyi açtık, savaş başladı” diyor. İşler kötü demek istiyor. Odun sobasını birlikte yakmaya çalışıyoruz. Patlama sesleri geliyor. Patlama sesleri, Olala kafenin savaşın içindeki bir şehirde olduğunu hatırlatıyor. Daha ne kadar sürecek savaş? Ne ben ne de Rojda biliyor.
Ajanslar haber geçiyor. Sur’daki çatışmada bir uzman çavuş hayatını kaybetmiş, beş asker yaralanmış. Ardından 17 yaşındaki Rozerin Çukur’un öldürüldüğü haberi geliyor. Fotoğraf çekmeyi seviyormuş Rozerin. Eski bir fotoğraf makinesiyle fotoğraf kursuna bile gitmiş geçen yıl. Sonra bir videosu yayımlanıyor Rozerin’in. Nâzım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirini okuyor bir etkinlikte. Heyecanlı olduğu her halinden belli. Şiirini okuyup yerine geçiyor alkışlarla. Belki annesi, babası, kardeşleri de o etkinlikte Rozerin’ni dinlemişlerdi. Alkışladıkları Rozerin artık yok. Keskin nişancı kurşunuyla kafasından vurulduğu ve cesedinin aileye verilmediği bilgisi geliyor. Aile yarın İHD’ye gidecek, orada çocuklarının cenazesini alamayan diğer ailelerle birlikte açlık grevine girecek. Daha kaç cana mal olacak savaş. Ne ben ne de Rojda biliyor.
"Gerekirse yıkıntıların üzerine çadır kurarız"
Sur’u, orada yaşayan insanları konuşuyoruz Rojin’le. “Hendekler ilk kazıldığında karşı çıkan insanlar olmuştu elbette” diyor Rojin. “Çünkü işsiz kalmışlardı, çatışmanın ortasındaydılar, çocukları okula gidemiyordu. Sokağa çıkma yasağı kalktı, hendekler kapandı bir ara, ama polisin baskısı artarak devam edince, ‘hendekler neden kapandı’ diye şikayet etmeye başladı insanlar.”
Sokağa çıkma yasağı bir günlüğüne kalktığında Rojin’in tanıdığı bazı aileler de Sur’u terk etmek zorunda kalmış. Yakınlarının yanında kalıyor çoğu. Rojin, yasak kalktığında insanların tekrar mahallelerine, evlerine döneceğini söylüyor. Kiminin evi tamamen yıkılmış olsa da, Rojin’in aktardığına göre, “gerekirse o yıkıntıların üzerine çadır kurar yine orada yaşarız” diyorlarmış.
Peki ya çocuklar? “Etkilemesinler diye önceleri çocuklarla konuşmak istemiyordum. Ama elimde kamera, fotoğraf makinesi var, peşimden koşuyor, ‘abla beni de çek’ diyorlar. Sohbet etmeye başlıyorsun bir süre sonra. Ama bir süre sonra onlara çocuk gözüyle bakamıyorsun. Öyle politik değerlendirmeler yapıyorlar ki şaşırıyorsun. Savaşın içinde, politik sohbetlerin içinde büyüyorlar ve asla 9 yaşındaki bir çocuk gibi konuşmuyorlar.”
Patlamaların olduğu yerden oldukça uzağız, buna rağmen her patlamada irkiliyoruz, ses nereden geldi diye kulak kesiliyoruz. Rojin, “Evlerini, işlerini, normal hayatlarını kaybettiler, ama devletin uyguladığı şiddet öfkelerini de büyütmüş” diyor. “Bu şiddete karşı öyle bir direnç, öyle bir cesaret geliştirmişler ki onlara acıyarak bakmaya utanırsın.”
Devlet aklı Sur’da, Cizre’de, Silopi’de ‘temizlik’ yapmaya kararlı görünüyor. Asker, polis, özel tim, köy korucusu, şehre inen tanklar, ağır silahlar… Bütün gücünü kullanarak Sur’a girmeye çalışıyor. Bunu yaparken bütün bir şehri karşısına alıyor. Bütün şehri karşısına alan güç, daha ne kadar direnebilir? Ben bilmiyorum, Rojin de bilmiyor. Ama ikimiz de yeni cinayetlerden korktuğumuzu biliyoruz. (VE/HK)
* Manşet fotoğrafı: AA Arşiv, diğer fotoğraflar Vecdi Erbay'a ait.