1 Eylül Dünya Barış Günü’ne birkaç gün kala Diyarbakırdayım.
Buralılar barışa dair resmi mesaj, söylem ya da klasik basın açıklamalarını büyük ihtimalle ertesi gün hatırlamayacak. Haklılar da. Çünkü Diyarbakır’da barış havası sanki hiçbirşey yaşanmamış pembeliliğindeki romantizmden uzak.
Diyarbakır’da barışa dair bir şeylerden bahsetmek için Cumartesi Anneleri’nin doğru bir tercih olacağını düşünmüştüm. Bu yüzden Koşuyolu Parkı'ndaki eyleme gittim.
Gel gör ki bende bir hayal kırıklığı bir de utanç oldu girer girmez. Toplasanız 5-6 kayıp yakını İnsan Hakları Derneği adına açıklama için bulunan avukat tam karşılarında paralel hizada 5-6 gazeteci.
Öyle ya “Acılar biz bize yaşanır." Bir kitlenin olmaması yazının diğer kısmında açık anlayacağınız insani gerekçelerden. Beni şaşırtan, bu toplanan insan sayısına oranla gelen kolluk kuvveti nüfusu. Annelerle konuşmak istiyordum. Konuşmak istemediler; defalarca anlattık diyorlar..
Diyarbakır'daki Cumartesi Anneleri/İnsanları, yaklaşık 707 haftadır gözaltında kaybettikleri yakınları için Yaşam Hakkı Anıtı önünde ısrarlı ve istikrarla adalet arayışındalar. Kayıpları bulunursa yas haklarını yaşabilecekeler. Bu talep ve arayış onlar için barış talebi de.
“Sebzeyi satan da yiyen bir olsun”
Diyarbakırlılara barışı sormak için evden çıkıyorum. Kapı önünde pazar kurulmuş. Pazarcıların çoğu için barış ölçütü sebzeyi satan da yiyen de bir olsun:
“Çiftçinin kazandığıyla sebzeyi halden alan markettir, tezgahçıdır bir midir? Değil. Öyleyse bu acuru herkes yiyene kadar, herkes kazanana kadar çiftçi kimseyle barışmaz.”
Burdan çıkıp bir de Dağkapı’ya da doğru geçelim. Taksi sıramı "doktor görmeye" giden bir teyze ile torununa verecektim ama sohbet ederek gitmeyi seçiyoruz. Aile Liceli.
“İnsanın ciğeri acıyor”
Sur yıkımı sırasında ailenin bekar gençleri ya iş ya da üniversite için il dışına gitmişler. Teyze barışı anlatmadan o bembeyaz tülbentini başında bir tur çevirip düzeltiyor. ‘Bak kızım ciddi bir şey konuşuyoruz’ mesajını aldım teyze buyur: “Vallah Kürtleri de Diyarbakır'ı da çok üzdüler. İnsanın ciğeri acıyor.
"Gençlerimizi, şehrimizi güzel görmek istiyoruz. Çocuklarımın gençlikleri başka yerde geçiyor. Barış olsa evlatlarımızı fotoğrafla hatırlamayız. Yüzlerine doyarız.”
Bu cümlelerin ağırlığı beni sarsarken Dağkapı’ya varmışız. Yol boyunca barışı sorduğum bir çok kişi konuşmaktan imtina ediyor. Bazıları uzun zamandır duymadığı bir şey gibi, bazıları söyleyecekleri hissettiklerine yetmeyeceğinden kimisi beni yabancı görüp düşüncelerini benle paylaşmaktan korkuyor.
Bu yol boyunca Barış havasını almak için o kadar da sözcüklere ihtiyacınız yok ama. Yıkımın ardından imarlaşan şehirde özellikle Dağkapı yolu boyunca ciddi bir ticaret ve güvenlik kurgulanmış.
Her şeye rağmen barışı unutmayan Diyarbakır halkı yeni yapılan işletmelerin bir çoğunda amed surları üstünde uçan beyaz güvercinlerden kondurulmuş çizimler, dekorlar mevcut.
Biraz ilerledikçe hediyelik eşyalar satan dükkanların ortak bir ürünü olduğunu göreceksiniz. Çoğu el işi boncuk işlemeli (ki bunlar cezaevi yapımı olarak bilinir) anahtarlıklarda “azadî (özgürlük)” kelimesi ile güvercin motifleri var. Hakikaten farkettim de Diyarbakırlılar için azadî ile barış kelimesi ne kadar da iç içe.
Bu motifleri işlemeler anahtarlık dışında görebileceğiniz bir diğer yer: Dövmeler. Dövmecinin biri “Abla hoştur, insanları istiyi bizde çiziz. Helbet barışla ilgisi var. Biz de çizerken hoş oluyoruz ula bir gün barış olsa keyfimiz gelecek."
Tanımadan barış olmaz
Yolun buraya kadar olan kısmına kadar en çok istediğim kadınların ya da beyaz tülbentli annelerin benimle konuşmasıydı.
Kadınlar çok çekingen ve tereddüttülü, yanaşmadılar. Annelerden biri kucağında demet demet hazırladığı yeşillikleri satacağı tablayı kaldırıma yanaştırıp oturmuş. Barışı soruyorum elini tülbentinde gezdiriyor. Elleri öyle nasırlı topraklı.
Zazaymış, “Senênê? "Ez rındu, tı senênê?" dan sonrası bende yok. O beni Kürtçe anladı ama cevabı elleriyle verdi. Tabladan reyhan alıp devam edeceğim.
Yolda şerbetçilerin şıngırdattıkları metal bardaklar bana da bir şeyler içmem gerektiğini hatırlatıyor. Benim de ‘ Amed sıcağı’ ile yıldızım barışmadı.
Dayı meşhur meyan köküne ikna etmek istese de ben limonatacıyım. Ben ona barışı sormaya başlarken esnaf arkadaşına sinirini hatırlıyor. “Hele bak, bu adam Zazadır, onla da barışamiyiz. Niyedir söyliyim yeğnime çimki beni dinlemiyir. O burda belki 2 yıldır telfoncudur. Kendine de diyir esnaf. Sen yokkene ben vardım.” Onlar esnaf kavgalarını çözebildi mi bilmiyorum ama bana birini tanımadan başarılamayacağını anlattılar.
Tahir Elçi'nin katledildiği yer
Tanınma demişken geçen Diyarbakır'da 30 yıldır taksi şoförlüğü yapan bir amcanın arabasına binmiştim, şey demişti: “Ben burda tüm sokakları, yolları bilirim. Sokaklar yerler aynı kaldı burda ama artık yabancı geliyor. Mesela artık Sur, Sur değil ha. İçi başka, insanı başka."
Şimdi benim için en zor yerden birine doğru gidiyorum. Dört Ayaklı Minare. Hani şu en son önünde “savaşlar, silahlar, çatışmalar bu bölgede olmasın diyen Tahir Elçi’nin katledilği yer.
Burda barışı sormak daha da zorlaşıyor. Hem benim için hem de sorduğum kişilerin gözleri minarenin ayaklarına daldığı için. Bura hakkında bir rivayetten bahsettiler. “Minare altından dileğini söyleyerek 7 kez geçersen kabul olur, hadi geç sen de”. Şimdi barış dileyerek geçsem çok mu ironik olur?
Fark ettiniz belki, bu yazıda konuştuğum hiç kimsenin ne adını yazdım ne de o anla ilgili bir görüntü alabildim. Hemen herkes barışı uzak bir tını olarak anımsasa da tüm ağırlığına rağmen bir umutla ‘olsa ne güzel olurla’ bitiyordu cümleleri.
Yine de bu barışa özlem, umut olsa da kendilerini belli güvenlik gerekçeleri altında isimlerini yazmamı yüzlerini hatta dükkanlarının önünü bile göstermemi istemediler...
Diuyarbakır'da barış havası "baskıya rağmen barışa özlem" diyordu.
(HC/EMK)