Bir şafak vakti hayata yeniden döndürülmesini beklediğim bir dostun anılarıyla hemhal, nehrin öte yakasından şehre bakarken, sabah alacasındaki ürperti getirdi kendime beni. Bir nefes aldım, bir nefes hançereme, doyasıya. Ve baktım surlu şehrin üzerindeki sabah alacasının oluşturduğu çiyli, puslu havaya…
Uzakta, taa uzaklarda, silueti görülen Fis Kayadan çokça patika, bayır demeden, çocuk bacaklarım çizilerek, ayaklarım kayarak inmişliğim vardır Dicle kıyılarına. Kimi kez arkadaşlarımla “çay içinde dügme taş” deyip Siring, Behran, Şebbot balıklarıyla oyunlar oynamışımdır, bilirim…
Binlerce yıldır, ben dâhil kimlere yol olduğunu bir tek kendisi bilen On Gözlü Köprünün orta gözünden, şehrimin Mardinkapısına sayısız defalar bakmışlığım vardır. Birkaç kez Tanrıya dilekçe yollamışlığım da… Onu da bilirim!
Surlu şehrin hangi burcunun bağrındaki dövmesine işlediğim suretimi bir tek ben bilirim…
Bütün kapılarından şehrin, sayısız kez, yaka üryan, göğüs büryan geçip, gölgesiz yürüdüğümü de bilirim…
Kimseler yokken, sadece kendime söylemişimdir o hüzünkâr şarkıyı!
“Vardım yarın baxçasına bir nar aldım yêmaxa,
Meramım nar yêmax degıl, geldım yari görmaxa
Yare bi çift sözüm vardır, utanıram dêmaxa
Dağlar taşlar dayanamaz ah û zarıma benım
Giderisen selam, selam söle, nazlı yarıma benim”
Şarkının sözlerini kimseler duymasa da; ben bilirim ya! Yeter.
Ali Keşkül’de, Pêlvan Baxçasında, Cinêli’de, Savacax’ta, Çüt hevuzlarda, ezcümle bilumum Hevsel’de kimler oturur, hangi meyve hangi zamanda yetişir, ben bilirim ya!
Mardinkapıdaki Keçi Burcundan, epeyce uzaklarda ip gibi kıvrılan Dicle Nehrine bakarım. Bakar da melûl, mahzun Dicle’nin dolanışını seyrederim. Üzeri tepsi gibi düz Kırklar Dağına, ayaklarımın altındaki düzlükte tatlı bir eğimle yayılan Hevsel Bahçelerine, değirmenlere bakarım.
Bakarken, şairin dizeleri dilime düşer, “çay ögünden katırlarla kum gelir, / kavun gelir bal petegi / karpuz gelir şarti pıçax kırmızi”.
Temmuz güneşinin kavurucu sıcaklığı, Kerejdağın içimdeki soğuğunu söndüremese de, ben buradayım ya! O bana yeter…
Bir hafta uzak düşsem, uzak düşsem bir süre “Surlarıyla çepeçevre kuşatılmış şehrim ne haldedir!” diye hasret çekenlerdenim…
Uzakları mesken tutanların “Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli” şarkısı, hiçbir zaman benim şarkım olmaz, şehrime dair. Ben bilirim.
Hasretim bundandır…
Bundandır, hergün en az bir kez daracık küçeleri, bazalt taşlı eski mekânları, “mülküm” gibi sahiplenişim bundandır, ben bilirim…
Kadim çarşılarından geçerim şehrin. Bakırcıların bakıra nazlı nazlı çekiç vuruşunun senfonik sesini dinlerim. Sadece bana duyururlar o sesi, tırlaka tırlak, tırlaka tırlak…
Yoksul ve onurlu Kofili, deqli, xızmalı kadınlar, puşili erkekler geçer o çarşılardan… Yüzlerinde ve ellerinde binler yılın nakışları. Gözlerinde sorgulayan bakışlar…
Onlar beni tanımasa da, ben onları tanırım.
Evet, işte ben onlardan biriyim…
İşte şimdi Camii Kebir’in karşısındaki asırlık çarşıdan geçerken çağırıyor beni, “Papaz” lakaplı kuyumcu Celil, Ermeni Ustasından devraldığı sanatı, Diyarbekr işi Hasır Bileziği bir yana koyarak. “Hele gel bi çay içelim, gidersin lo” demesi bundandır. Bilirim…
Kimi kez Hasan Paşa Hanında, dört yanım usta işi döşenmiş taşlarla kuşatılmışken, o bazalt taşlardan güç alarak bir cümle yazarım defterime, kafamda kitap, dilimde şarkı olur. Ben bilirim, kimselerle paylaşamasam da!
Kimi kez Qesra Ber Deriyê Pirê’de, otururum kendirden yapılma gürgen kürsüye. Gözümün görebileceği en uzaklara bakar, hayal kurarım. Hayallerimi kimselerle paylaşamasam da, ben bilirim ya! O bana yeter…
Eşlik eder yürüyüşlerime kimileri, benim onlara bir rehber gibi eşlik ettiğimi sanarak! Varsın öyle bilsinler. Onlar şehrimi tanırken, ben de tanıyorum ya yeniden bu şehri kadimi, bilmeseler de olur…
Her sokağı, her mekânında ayrı bir hikâyem vardır paylaşacağım. Bilirler beni! Ol sebeple açarlar içlerini, hikâyelerini bu şehre dair yaşadıklarını paylaşanlar… Onlara da sevgim bundandır, onlar da bilir, ben de…
Burası Diyarbekr’dir…
Cami Kebirdeki Mevlüthan Mustafa tanır beni, sorun isterseniz…
Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesindeki Papaz Yusuf da… Saliba, bir de Bayzar Abla, bir de Kocası Sarkis Amca da tanır beni…
Gazi Caddesini bir boydan bir boya arşınlarken, en çok Cemil Babür görür beni tebessümüyle. İlla ki bir çay içimlik ara durağım vardır 50 senelik Karınca Kitabevinde…
Dört Ayaklı Minarenin karşısındaki Mardinli, adını hiç sormadığım karpuz çekirdeği satıcısı da tanır beni…
Mar Petyun Keldani Kilisesinin mütemmim cüzü, Zeki de…
Asırlardır atalarından, bir de anasından öğrendiklerini şimdilerde kadrini kıymetini bilenlerle paylaşan ve Diyarbekr Süryanilerinin kan kırmızı şarabını yeniden yapan Kuyumcu, Süryani İbo da tanır beni telkari işliğinde çalışırken…
Ulucaminin yanıbaşındaki Halıcı Sait de tanır beni…
Dörtyoldaki Boyacı Vahit de... Otuz senedir çokça ayakkabılarımı boyamışlığı vardır Vahidin, tanır beni.
Berber İbo da öyle, az kahrımı çekmedi, traş ederken…
Mardinkapıdaki Gazcı Musa Ağabey de tanır beni…
Bu şehri bir de onlara sorun dediklerimizden İhsan Biçici de, Abdüssettar Avşar da tanırlar beni…
Şimdilerde “öte yakaya” göçen Şêx Mehemed Düzlüğünün konukları, eski dostlarım da tanır(dı) beni… Mehmed Uzun, Vedat Aydın, Hüsnü İpekçi.
Bir de İsa’nın öte yakaya göçen son kuşları Lütfü Dokucu ile Anton Dayı. Ve sayamadıklarım…
Madem bu kadar tanış olduk. Hadi size bir itirafta da bulunayım: Çokça param olmadı hiç, çokça kitabım olduğu kadar. Hiç kitapsız kalmadım. Ama sıcak dostlukları çokça aradım “çokluklar” içinde, yalnızken…
Dostluklarımı da unutmam, puştlukları da… Yazarım bir tarafa, ama kâğıda değil! Günü gelince belki işe yarar, diye…
Tanırlar beni bu şehirde, tanımaları gerektiği kadar.
Başka yerlerde de tanırlar belki, isterse tanımasınlar, umurumda değil…
Ben buralıyım, buradakiler tanır ya beni, yeter bana…
Şimdi bir akşam vakti ve kış ayazında, Dağkapıda Sino’dan içeri girerken ve Süleyman’ın merhabasıyla kendime gelip iliklerime kadar titremişken, getiriyor yeniden kendime beni bir kadeh rakının yol arkadaşlığında şarkının yarım bıraktığım nağmeleri!
“Vardım yarın baxçasına, çevrilir şişte kebab
Dolandım yüzüne baxtım, sanki doğmuş mahitab
Benden gayrı yar seversen, seni çarpsın dört kitab
Dağlar taşlar dayanamaz, ah û zarıma benim
Gider isen selam, selam söle, nazlı yarıma benim…”
Bu eski ve tarih kokan şehirliyim.
Duyduk duymayın demeyin…
Sözüm, bu size!
İşte ben onlardan biriyim. Bu bana yeter…
Şimdi Kirîvo Yervo’nun ustası Dîran Axparik’in, Diran Hayrig’in, Gırozgilin Diran’i, Diran Böcekçiyan’ın uzaklardan savrulup gelen sesidir beni sermest eden, beni onlardan biri eden.
Biliyorum işte tam da bu! Bu bana yeter. Çünkü ben bu eski ve kadim şehirliyim. Ben, evet evet evet işte ben, onlardan biriyim…
Şimdi dilimde kırık ve mahzun bir nağme olsa da dilimden dökülenler… Ben yalnız onlardan biriyim ve beni bu sesler oyalar…
“Neylerım hâli perişan,
Neylerim meskani
Hâli perişan etti felek
Çarxın kırılsın eman…”(ŞD/EÜ)