Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik. Bir de dönüp baktık ki yokuşlara çıkmışız. Çıktığımız yokuşlar da sonra dağ olmuş. Dağın tepesindeyse ne kadar kirletsek de mis gibi duruveren gökyüzünü izliyoruz. Böyle gelmiş lakin böyle gitmesin diyen herkesler de artık bulutların seyrinde çünkü olan biteni pencerelerden ya da televizyonlardan seyretmek yetmiyor. Bulutların içerisinde kim var peki? Kendi sakinlerinden temizletilmeye çalışılan şehirler var.
Duyduk duymadık demeyin bir sürü şehirde katliam var! Bir sürü şehirde açlığın, susuzluğun, ölümün egemen olduğu sokağa çıkma yasaklarıyla tarafların hiç de eşit güce sahip olmadığı korkunç bir savaş aralıksız devam ediyor. Yalan adaletin cellâdı olduğu hayatlardan et duvarlı şehirler oluşmuş. Kurşunlar, en fazla acı veren yerlerimize en çok da gözlerimize koşuyor. Duvarlara rağmen kurşunlar en çok insanların gözlerine geliyor. Gözlere gelen kurşunlar da insanların hafızasında devlet adaletini bir daha temize çıkaramıyor çünkü devlet acı çektirdiklerinin gözlerine bakamıyor. Devlet, elinde silahı ve uzun boyuyla bize yani yaramazlık yapan çocuğa haddini bildirircesine tepeden hep bağırıveriyor. Ne hikmetse gözümüze yine bakamıyor. Duyduk duymadık demeyin devlet gözlerimizi deliyor!
Birçok ülkede özellikle hizmet sektöründe çalışan insanlardan iş yerlerinde her daim güler yüzlü olmaları isteniyor. Çalışanların müşterilerle daha iyi iletişim kurabilmeleri için müşterilerine olumsuz bir cümle sarf ederken bile tebessüm etmeleri bekleniyor. 32 dişin ortaya çıktığı, gözlerde zerre ışıltının olmadığı ve yüz ifadesiyle kurulan cümleler arasında tezatın çırılçıplak sırıttığı gülümsemeler artık yalan siyaset yapmanın da birinci kuralı. Suruç, Lice, Ankara, Silvan ve Nusaybin katliamlarının ardından adaleti sağlamakla yükümlü görevlilerin tebessümlü konuşmaları, müşterilerine sizin için uygun ürünümüz yok yani aslında yok olmanızı istiyoruz ama sistemin devamlılığı için müşterimiz yani bizim yurttaşımız olmaya da devam edin tadındaydı.
Seçim sonrası iktidar partisi olan ahali, takma porselen dişleri, takım elbiseleri ve gerçek bir zafer kazandığına şizofren hastaları gibi inanmalarıyla inanın harika görünüyor! Memlekette bu kadar sivil sadece daha güneyde, daha doğuda doğduğu için öldürülürken bilcümle yurttaşlar ve iktidar ancak kaybeden konumunda olabilir. Fakat ne hikmetse seçimden zaferle çıkanların tebessümleri günlerdir hiç eksilmedi. İktidar, kendisine biat edenlerle bir gülme krizine tutuldu. Oysaki cinayet işlerken bile tebessüm edebilmek yalan adaleti sağlayabilmenin ilk kuralıydı, biz bunu nasıl unuttuk! Her koşulda yalan tebessüm üretme makinesi gibiler. İktidar için ülkenin vatandaşlarını öldürürken, muhtarlarla işbirliği yaparken, balkonlarda konuşmalar yaparken ve bombacılar adalet görevlilerine ihbar edilirken yüz ifadeleri hiç değişmiyor.
Bu kadar insanın ölümüne sebep olan iktidarın seçim stratejilerinin neticesiyse ülke haritasının önemli bir kısmında savaşın meşru ilan edilmesi ve her katliamın ardından muzaffer ve yalan gülümsemeler yayma hususunda daha da ustalaşmasıdır. En az 4 yıl daha sürecek saltanatın en önemli etkileriyse daha çok paranın, söz hakkının ve onayın tescilli sahibi olunmasıdır. Gözümüz yok bunlarda lakin biz 7 Haziran seçimlerinden sonraki bir kaç haftalık sürecin huzurunu geri istiyoruz. Bu süre boyunca uzun zamandır kurşunların söndürdüğü gözlerimiz, dışlanma, yok sayılma duygularının hâkim olmadığı sokaklar gördüler. Sokaklar bize gülünce hemencecik ütopyalar hayal edebilmenin yamacına varabilmiştik. Sonra ne oldu? Bombalar, ciğerlerimizin iç sesi olmayı kanıksarken bütün duvarları da sonuna kadar yok saydı. Bombalar düşsenize yalan adaletin her yanına.
Meydan-ı siyaset
Osmanlı zamanında cellâtlara meydan-ı siyaset ustası denirdi. Sarayda gizli olarak yapılacak infazları gerçekleştirecek cellâtların en önemli özellikleri hem sağır, hem de dilsiz olmalarıydı. İnfaz edecekleri kişinin çığlıklarını duyup etkilenmemeleri, yalvarmasıyla merhamete gelmemeleri ve sır saklamaları için bu vazife sağır ve dilsizlere verilirdi. Hatta cellât olacak kişilerin işe başlamadan önce dilleri kesilirdi. Cellâtlar, infazı gerçekleştirdikten sonra kanlı satır, balta ve palalarını cellât çeşmesinde temizlerdi. İnfazlar genelde satırla yapılırdı; ama yüksek makamdaki insanların infazları kan akıtmadan, kementle boğularak ya da asılarak yerine getirilirdi.
Türkiye, 7 Haziran’ dan 1 Kasım seçimlerine kadar bir sürü güzel insanını ölüme uğurladı. 1 Kasım seçimleriyle iktidar partisi yani yurdumuzun neo- liberal cellatları , ‘cellat çeşmesi’nde yeni infazlara hazırlanmak için kendini yeniledi ve temizlendi. Yaptığı infazlardansa ne utanç ne de üzüntü duyuyor. Cellâtlar asık suratlıydı oysa neo-liberal cellâtlarımızsa gayet güler yüzlü. Cellâtlar, cinayet mahalline uygun duruşlar sergiliyorlardı. Bütün olanları gökyüzünü izler gibi izliyoruz. IŞİD bombacılarının kim olduğunu, oy vermezseniz sizi yakarız, yok ederiz tehditlerini yazın parlayan gökyüzü gibi ayan beyan gördük. Cellâtlar, aynı zamanda hırsızdırlar çünkü insanların ömürlerini ve bedenlerini sonsuza dek gasp ederler. İnsanların ömürlerinin çalınmasının meşru olduğu bir ülkede de takdir edersiniz ki despotik adalet geleneği de cellât çeşmesi gibi meydanlardadır.
Cellâtlar, halk arasında lanetlenmiş kişilerdi. Cellâtlık mesleği “uğursuz” sayıldığından, mezarlıkları bile ayrı idi. Cellât mezarlığı adı verilen sur dışında kendilerine ayrılmış özel mezarlıklara gömülürlerdi. Cellâtları anımsarken, Osmanlı döneminde halk arasında yayılmış şu deyişi de unutmamak gerek: “Hükm-ü sultan olmaz ise, gelmez hata cellâttan...
Neo-liberal cellâtlarsa cellâtların tersine ölüleriyle dirileriyle her yanımızdalar. “uğursuz“ sayılmak bir yana onlar olmadan ülke yönetimi gerçekleştirilemiyor. Osmanlı tebaası ile günümüz yurttaşları arasındaki büyük farksa günümüzde seçimlerle ülke yönetimine irade koyulabilmesidir. Artık sultanı sultan eyleyen seçimler vardır yani sultanın hükümlerinde herkesin tuzu vardır. Osmanlı zamanındaki “Hükm-ü sultan olmaz ise, gelmez hata cellâttan” deyişi Osmanlı tebaasını ve cellâtları idamların sorumluluğundan azade tutabilirken bugünse iktidarın katliamını onaylayan, tetiği çeken ve çektiren herkes bitmeyen ‘öldürme oyunu’nun sorumlusudur.
Biz seçim sonrası bize kalan gücümüze de gücendik. O kadar dağa tırmandık, dereleri nehirleri aştık o kadar kayıp verdik ve tüm bunların sonunda 1 Kasım seçimleri sonrasında bize kalan niceliksel veriye yas tuttuk. İnşası artan bir hızla devam eden distopya kıvamındaki ülkemizin halet-i ruhiyesinden yana yorgun düştük. Yine de gayet naifçe sahiden gülebileceğimiz ve sokakların bize göz kırpacağı umudunu kaybetmeyeceğiz. Distopyamsı yurdumuzda şu sıralar en önemli ilke, kahkahaların dışarı atılıp donuk tebessümlerin ülke sınırları içerisine alınmasıdır. Bugünlerde bu ilkenin şahane adalet görevlileri dışında kimselere iyi gelmemesi dileğiyle! (YZ/HK)
* Fotoğraf: Murat Babacan - Silvan / AA