İnsan, kendi ve kendi dışımdaki canlı cansız her türden varlıkla örülü bir dünyaya doğar, o dünyanın içinde yaşar. Bu içinde olmak, içindelik hali etkileşim ile Hayat bulur. Yaşam, etkileşimler ağının toplamıdır. Varolma, yaşama, büyüme, özneleşme, bir bakıma kişinin kendini, bağlamı içinde olduğu dünyadan ayrıştırabilme sürecidir. İnsan adını verdiğimiz tür için pek çok ayrışma momenti olmakla birlikte dünyaya gelmenin ya da doğmanın bunlar arasında özel bir yeri vardır. Doğmak, aynı zamanda, annenin bedeninden ayrılmak anlamına gelir. Anneden ya da o her şeyin sağlandığı konforlu alandan Heidegger’in deyişiyle içinde fırlatıldığımız bir Dünyaya doğarız. Bu, hiç şüphesiz insan yavrusu için iki bakımdan travmatiktir. İlki, güvenli alanın kaybı bir bilinmezlik evrenine gözlerini açmak -ki bütün türler için geçerlidir-; ikincisiyse yalnızca insan türüne özgü bir fenomendir yani evrim nedeniyle erken doğum.
Kişi, bir varlık olarak bir bağlam içindedir. Bu bağlama can veren etkileşim, etkileşimin özel bir türü olan iletişim, bunun kültüre tercümesi de denebilecek insan/ın iletişimidir. Kişi, bağlamı paylaştığı her varlıkla etkileşim-iletişim içindedir; kendiyle de. İçimizde birden çok kişiyi barındırır, konuşuruz onlarla. Zaman zaman sevişir, zaman zaman çatışır, sarmaşır, sataşır, paylaşır, dayanışırız. Ne biçimde olursa olsun etkileşim, yorsa da yaşamı tehdit de etse yaşamı, yaşamayı imlediğinden arzuya içkindir. Bu eylemlerin yakıtı bu nedenle arzudur denebilir.
Etkileşim ya da iletişim yoksa bağlamda, hayatın olağan akışına aykırı bir durum söz konusudur, bu da tehlikeye gebedir. İnsan, içgüdüsel olarak bu halden kaçınır. O nedenle suskunluk hali arzulanmaz. Gündelik yaşamda iletişim sağlan(ama)mayan ilişkiler, iletişim kurul(a)mayan ilişkiler öngörülemeyen tehlikelere içkindir. Bu türden konuşmalar, hem zaman hem umut kaybıdır ama daha da önemlisi konuşanların birbirinden uzaklaşmasına yol açar. O yoldan da sağaltıcı bir hukuk doğmaz. Kişinin burada yaşadığı tedirginlik, etkileşim-iletişim içinde olduğu bağlamının bir parçasından uzaklaşmasıdır. Bağlamının eksilmesidir deyim yerindeyse. Daha sert bir deyişle kişinin parçalarının birbirinden uzaklaşarak eksilmesidir. Hayat, bağlamda yaşanandır. Hayat, sonsuz anda varlık kazanır. Kişi, bu bakımdan Hayatın, sonsuz izdüşümlerinden biridir. Bu nedenle Hayat, bir bakıma kişinin kendisidir. Bu nedenledir ki kişinin kendinden uzaklaşması, hayattan kopması olarak da yorumlanabilir. Uzaklaşma ise, ruhun çoraklaşmasıdır. Beslenmeyen ruh, göreli sürenin ardından kaçınılmaz olarak kurumaya, hislerini yitirmeye başlayacaktır. Bunun kaçınılmaz sonucu da Hayatın kişide cisimleşen izdüşümünün silinmesidir. Bu silinmeye ölüm de denebilir.
Kişinin hem kendiyle kendinde; Hayatla, yaşamda var olabilmesi, bağlamının ayırdına varmasıyla bu da öncelikle kendiyle kurduğu ilişkiye, bu ilişkiye dayanarak da kendisiyle iletişimine bağlı olduğu söylenebilir. İletişimin önkoşulu nasıl ilişkiyse, ilişkinin oksijeni de iletişimdir. Bu iletişim, hiç kuşkusuz monolog biçiminde değildir; çünkü tarafları içine katabildiği ölçüde varlık kazanıp yaşayabilir, tıpkı ses gibi. Hiçlikten doğan ilişkiyi var eden tarafların iletişimde kendileri olarak var olabildikleri ölçüde özerkliklerinden söz edilebilir.
İletişim içinde olan özneler ya da kişiler, güvenli bir ortamda erişebilirler, bağlamla katışırlar. Bu katışma, yeniden karılmadır. Anlam evreni bu karılmayla hem genleşir hem de derinleşir. Bu erimeye olanak sağlayan iletişim türünü ya da biçimini dişil olarak adlandırıyoruz. Çünkü iletişimin diyalojik olanı, eşdeyişle dişil olanı, olanı yinelemez, onu berkitir, derinleştirir, anlam evrenimize soluk olur, böylece iletişimin özneleri hem kedişlerini hem de bağlamalarını yeniden doğururlar.
İletişimi diyalojik kılan dişilliğidir çünkü dişillik, ilişkinin taraflarını içine alıp yeniden karar. Kendilerinden parçaların yer aldığı yeni bir varlık kazanırlar. Süreç, sarmal bir akışkanlıkla işler. Taraflar, birlikte eriyerek dönüşüp her an yeniden hem varolurlar hem de var ederler. Özerk bir tekilliktir doğan. Bu da onu eşsizleştir.
İletişimin dişil olanı, ilişkinin taraflarını yeniden kurar ve bir anlamda var eder. Bu dişillik, özgürlüğün koşuludur. İnsan, sürecine katılmadığı ilişkide nesneleşir. Nesnenin ne duyguları ne de düşüncelerinden söz edilebilir. Bedenen orada olmasına karşın katışmaz, ne diğerleriyle ne ortamla ne de kendiyle.
Dişil iletişimde bağlamı paylaşan kişilerin özleri gürler, gürleyerek açığa çıkan gücülleri, bu eşsiz tekil yapının yakıtı olur. Öznelerin dişillik içine erimeleri, potansiyelin açığa çıkmasının olmazsa olmazıdır. Burada işleyen diyalektik üçlü, yaşam yani sonsuzluk: İlişkinin tarafları yani kişi ve diğeri ya da diğerleri ile ilişkinin kendisi. Sonsuzluk sarmalını bu üçlü ontik yapı işletir. Sonsuzluk, bu sarmalın kendisidir bir bakıma. Sonsuzluk, bu eşsiz sarmalın hem biçimi hem de içeriğidir. Sarmaşma, her an yeniden form kazanma olarak okunabilir. Bir diğer deyişle bir tür ölümsüzlük momenti. İşte özgürlük, öznelerin ya da kişilerin böylesi bir ortamda deneyimledikleri eşsizliktir. Bu, hiç bitmesin istenilen bir tür ölümsüzlük talebidir Arzulanması bundandır da. Özgürlük, bir kez bile tadıldığında damaktan asla gitmeyen -o etik varoluşun oksijeni- tanrısal renktir. Bu nedenle sonsuzca, koşulsuzca talep edilmesini tanrısallığından aldığı söylenebilir: sonsuz yaratım.
İnsan teki olan birey, özneleşirken etik bir varlığa evrilir: kişileşir. Ontik katmanında yeni bir pencere açılır. İnsan kişileştikçe insan olmak olanağını da gerçekleştirebilir. İnsanı insan kılan, insanın etik boyutu olsa gerek. İnsanın etik bir varlık olarak kendine yönelmesi, özgürleşme yolculuğu olarak da okunabilir; birbirini birlikte var eder. Bu bakımdan kişinin özgürlüğü, kişileşmesine ya da özneleşmesine bağlıdır denebilir; bu da ancak ve ancak dişil bir iletişim ortamıyla olanaklı kılınabilir. Felsefi iletişim de, bunun olanağını göstermek iddiasındadır.
Felsefi iletişim bize, iletişimin taraflarını özne olarak kuran bir perspektif sunmakta. İletişimi dişilleştirme, diyalogu diyalojikleştirir. Bağlamı paylaşan kişileri özneleştirmekle kalmaz, aynı zamanda yeni anlamlar üretmeye olanak sağlar. Ruhları birbirine sarmaşan öznelerin zihinleri de katışarak anlam debisini yükseltir. Anlam dünyalarını genleştirip içinde güvenle nefes aldıkları habitatlarının halesini büyütürler ve bağlam(ların)da güvenle erirler. Özgürlük, bu açıdan güvenli bir ortamda anlam üretim sarmalı içinde dönüşerek birlikte akmaktır.
Özgürlük, iletişim içindeki öznelerin anlam evrenini birlikte üretme sürecidir. Özgürlüğe olanak sağlayan dişil iletişim ile birey, bu süreçte etkin biçimde var olarak Hayatın/ın öznesine dönüşür. Bu ontik dönüşümle birey, kişileşir. Öyleyse özgürlük, kişilerin iletişim içinde anlam evrenlerini üretme sürecidir. Bu bakımdan özgürlük, arzudur çünkü üretme sürecinde kişi etkinleşerek Hayata katılır. Hayata katılma arzusu, yaşam(a)dır, yaşama isteğidir; özgürlükle özdeşleşen yaşama arzusunun karşısına ne koyulursa koyulsun simetrik olamaz. Çünkü İnsan, Anlam/a varlığıdır, bu Varlığa can verense ilişkiye içkin dişil iletişimdir. (MVB/AS)