Türkiye’nin toplumsal muhalefet hafızası sürekli biçimde muktedirler tarafından tahrifata uğramıştır. Ülkenin yaygın bilgi aktarım mekanizmaları içerisinde “müesses nizam”ın gri ve kalın duvarlarında gedik açan hiçbir tecrübeye müstakil bir kıymet atfedilmez. Ya doğrudan görmezlikten gelinir ya da devlet ve iktidar odaklı bir perspektiften itibarsızlaştırılır.
“Kurulu düzen” ile öyle ya da böyle derdi olan her kişi ve/veya grup doğrudan “isyan” ve “bölücülük” ile ilişkilendirildiğinden “meşru” bir aktör olarak hak talep etme özgürlükleri daha baştan bastırılma tehdidi altındadır. Örneğin Türkiye’deki sol hareketler ve politik özneleri uzun süre benzer bir muameleye maruz kaldı; bugün de sol dozu ve şekli farklılaşmakla birlikte muktedirlerce kriminalize edilmeye devam ediyor.
Yine bu topraklarda solun politik bir hareket olarak zuhur etmesinden çok daha önce baskıya karşı toplumsal muhalefet işlevi gören bir başka geleneğin, Alevi inancının, devlet iktidarı tarafından “tehlike” olarak görüldüğünü kanıtlayan birçok hadisenin mevcudiyetinden haberdarız. Bugün Alevilik yine politik tartışmaların ve ajandanın ilk sayfalarında… Özellikle törenle temeli atılan Cami-Cemevi “kardeşlik” projesi ve Aleviler söz konusu olduğunda “demokrasi paketi”nden çıkmayanlarla…
Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e
Osmanlı’nın merkeziyetçilik arayışının arttığı “modernleşme” evresinde Alevilerin yalnızca inançları nedeni ile değil yaşam tarzları sebebiyle de “makbul tebaa” kategorisine dahil edilmediği bir gerçek. İmparatorluğun son demlerinde İttihat ve Terakki iktidarı Türk milliyetçiliğini bir nevi “kurtuluş reçetesi” haline getirince Alevileri “kazanma” stratejisine başvurduğunu biliyoruz.
İttihat ve Terakki döneminde Baha Said’in 1910’ların başında Anadolu’ya seyahatler gerçekleştirerek hazırladığı Alevi raporu sadece İttihatçıları değil erken cumhuriyet entelektüellerini de etkilemiştir. Baha Said özetle Orta Asya Türklerinin kültürel özelliklerini Alevilerin muhafaza ettiğine dair bir açıklamayı analizlerinin merkezine yerleştirmişti. Arap etkisinden uzak kalma, Orta Asya geleneklerini sürdürme, Türkçeye sahip çıkma gibi argümanların işaret ettiği ise belliydi; Aleviler “Türklüğün otantik taşıyıcıları” olarak görülmekteydi. Baha Said’in çizdiği bu çerçeve Osmanlı tecrübesini “Türklükten uzaklaşma” olarak gören Türk milliyetçileri için biçilmiş kaftandı. Sonraki yıllarda Baha Said’in argümanlarını temel alan başka araştırmalar da yapılmadı değil; hepsinde de Alevilik sadece Türklüğe açılan kapılardan biri olarak değerlendirildi. Alevi inancını “Türklüğün özü” biçiminde tarif etme alışkanlığının farklı çevrelerce zaman zaman yeniden popüler hale getirildiğini not edelim (örneğin 1990’larda MHP’liler bile aynı yöntemi denedi). Bu eksende Alevi olan başka etnik gruplar bilhassa da Kürtler bilinçli bir şekilde görmezlikten geliniyordu.
Meselenin bir de teolojik gibi sunulan ama onun ötesinde devlet toplum ilişkisine dair başka bir gündemi saklı tutan yüzü vardı. Fuat Köprülü gibi isimler Aleviliği heterodoks İslam olarak yorumlama eğilimindeydi. Tasavvuf düşüncesi, eski Türk inanışları ve Şii inancından beslenen senkretik bir yöneliş şeklinde Aleviliği tarif etme çabaları da heterodoks İslam çatısı altında değerlendirilebiliyordu. İlerleyen yıllarda İslam teolojisi çerçevesinde Aleviliği İslam içinde düşünenler kadar “İslam inancından sapmadır” diyenler de ortaya çıktı. Aleviler arasında da Aleviliği müstakil bir inanç olarak görenler ve Müslümanlık paydasında değerlendirenler olmak üzere iki farklı yönelimin olduğu gerçek. Elbette kâğıt üzerindeki bu tartışmaların ötesinde meselenin bir de siyasal ve toplumsal veçhesi mevcuttu.
1923-1928 arasında “laikleşme” hamlelerine hız veren cumhuriyet kadrosunun tasarrufları Aleviler açısından iki düzlemde etkili oluyordu. Bunlardan ilki görece “olumlu”ydu. Yıllarca İslam’ın Sünni yorumunu baz alan devlet iktidarı tarafından gadre uğrayan Aleviler “laikleşme” projesini kendi üzerlerindeki baskının sonu olarak görüyor ve genel itibari ile destekliyordu. Bugün Alevilerin bir bölümünde Mustafa Kemal’e ve tek parti dönemine dair hayırhah değerlendirmelerin kökeninde bu gerçeklik yatmaktadır. Öte yandan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun Alevileri doğrudan etkileyen olumsuz sonuçları olduğunu teslim etmek gerekir. Babalık ve Dedelik gibi “kurum” haline gelmiş makamlar bu esnada yasal olarak kaldırılmıştı. Yine de genel manzaraya bakıldığında yeraltına çekilen diğer inanışlar gibi Aleviliğin de kendi kurumlarını bir şekilde cumhuriyet tarihi boyunca yaşatmaya devam ettiği ortada. Bu saptama Alevilerin üzerindeki baskı nedeniyle içe kapanma tavrının bir zorunluluğa dönüştüğü gerçeğini gölgelemiyor. Koçgiri ve Dersim olaylarında Kürt Alevilerin başlarına gelenler sonrasında Aleviler bir kez daha yaşamak için susmak ve gizlenmek zorunda kaldı. Hal böyleyken cumhuriyetin Alevilerin mağduriyetini giderdiği tezi bir kurucu ideoloji propagandasından başka bir şey değil.
Soğuk Savaş ve Aleviler
Türkiye’nin Soğuk Savaş atmosferine girmesiyle beraber anti-komünizm bir devlet politikası haline geldi. Türkiye solu kitleselleşip güçlenirken Alevilerin önemli bir kısmı sol siyaset içerisinde yer almayı tercih etti. Bir kısmı sadece seçim zamanlarında oy vererek destekledi bir kısmı ise aktif siyasetin bir öznesi haline geldi. Zira sol siyaset uzun dönemler boyunca baskıya maruz kalmış Alevilerin bir bölümü için bir başkaldırış umuduydu. Özellikle Alevi gençler sol örgütler ve partiler içinde politikleşti. Merkez sağ partiler ise Aleviliği sapkınlık olarak görenleri listelerine taşımayı sürdürdü uzun müddet.
Yine bu dönemde Türk sağı Aleviliği komünistlik ile eşdeğer tutarak sosyalistleri kriminalize ederken toptan Alevileri de hedef tahtasına koyuyordu. Alevilerin sol ile kurduğu ilişki bir “ihanet manzumesi” gibi anlatılıyordu. Aleviler hem “devlet düşmanı” hem de “kâfir” olmakla itham ediliyordu. Yıllarca Alevilere yönelik toplumsal ve siyasal olarak üretilen önyargılar anti-komünist fantazmalarla birleşiyordu. Nihayetinde solcuların “Allahsızlığı/ahlaksızlığı” ile “mum söndü” safsatası aynı siyasi itibarsızlaştırma operasyonun dilinde hercümerç edildi. 1970’lerin Türkiye’sinde öyle bir hale gelindi ki faşist silahlı gruplar, Alevi semtlerini, mahallelerini basıp katliam yapacak kadar cesaretlendi. Malatya, Maraş, Çorum katliamları böylesine bir atmosferde gerçekleşti. Tüm bunlar olurken Aleviler gettolaşarak yaşamak zorunda kaldı, toplumsal önyargılar ve dışlama pratikleri Alevilerin inançlarını açık bir biçimde yaşamasına engel oldu. Bu içe kapanma halinin Alevi kültürünü koruduğunu iddia edenler kadar onu savunmacı bir çizgiye çekerek zenginleşmesini önlediğini ileri sürenler de var.
12 Eylül darbesi sonrasında Türkiye’nin siyasi haritasında yaşanan büyük değişim muhalif söylemin aktörlerini de yakından etkilemişti. Sol üzerindeki baskının sonuçları bir bir ortaya çıkmıştı fakat öte yandan muhalif söylem de çeşitlenmişti. Daha önce “devrim sonrası”na bırakılan talepler müstakil birer hedef olarak yeni siyasal örgütlenmenin adeta gramerini oluşturuyordu. Feminist hareket, ekolojistler, anti-militaristler yeni muhalif siyasetin aktörleri arasındaydı. 1980’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan anarşist hareket de bu atmosferin içinde anlamlıydı. Anarşistler bu topraklarda kendilerine “kök” ararken heterodoks inanışların ve tecrübelerin önemini bir kez daha keşfetti.
Hükümdarın keyfiliğine ve ceberutlaşan devletin otoritesine başkaldırma tecrübesi Anadolu topraklarında Alevilerin mücadele tarihinde bulunuyordu. Bu esnada 80 öncesinde solun içinde bir unsur olan Alevilerin bir bölümü Alevi inanç özgürlüğünü merkeze alan taleplerini dillendirmeye başladılar. Bir kez daha zorunlu din derslerine karşı çıktılar, Türk-İslam sentezinin resmileştirilmesini eleştirdiler. Öte yandan tanınmayı talep ettiler. Üstüne üstlük sosyal mobilizasyonun geldiği noktayı hesaba katarsak büyük şehirlerdeki Alevi nüfusun artması ile Cemevi ihtiyacı da arttı. Dolayısıyla Cemevi taleplerinin bu dönemde yükselişe geçmesi pratik nedenlerden kaynaklanıyordu. 1994’ün baharında İstanbul Alibeyköy’de yapılan Cemevinin polis eşliğinde yıkılma teşebbüsüne karşı direnen Aleviler, 90’lı yılların direniş öyküleri içerisinde yerini aldılar.
1990’larda siyasal İslam’ın politik başarı kazanması ile birlikte Alevilerin endişe ve kaygıları gözle görülür biçimde katmerlendi. Sivas Madımak katliamı ise yalnızca Alevilerin değil tüm seküler Türkiye yurttaşların gelecek korkularını yeni bir travmaya dönüştürdü. Faillerin bir kısmının korunduğu, Madımak’ın müze yapılmaması için devlet seti oluşturulduğu bir atmosferde güvensizlik hissi ayyuka çıktı. Refah-Yol döneminde Refah Partili isimlerin “fikrini gösteren zikirleri” (örneğin sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemine dönemin RP’li Adalet Bakanı “mum söndü oynuyorlar” diyerek tepki göstermişti) ile Alevilerin önemli bir kısmı bir kez daha Kemalist aktörlerin mevzisine doğru itildi. Kemalizm Sünni baskıya karşı bir kalkanmışçasına sarınılan bir ideolojiydi; hâlbuki aynı ideoloji yarattığı iktidar ilişkileri ile bir dizi başka mağduriyet yaratıyordu. Aynı dönemde Kürt Aleviler, Alevi kimliğinin yanı sıra Kürt olmaları nedeniyle çifte mağduriyet yaşıyordu ve kurucu ideolojiden üretilen savların bu süreçteki etkisi hafifsenemezdi.
1990’ların sert ikliminin etkisiyle, RP’nin içinden çıkan AKP’nin iktidarına şüpheyle yaklaşan Aleviler oldu elbette. Ancak AKP’nin ilk dönemindeki reformist tavrı bahsi geçen endişeleri hep kontrol altında tuttu. Hatta Alevi çalıştaylarının Alevilerin taleplerinin gerçekleştirilmesinde bir platform olabileceği inancı kısmen dillendirildi. Fakat AKP yönetiminde aradan on yılı aşkın süre geçmesine rağmen, Alevilerin haklı talepleri konusunda adım atmayan öte yandan onları rencide eden (örneğin bizzat Erdoğan’ın 2010’da yargıyı dedelerin yönettiğine dair iddiası; 3. Köprüye Yavuz Sultan Selim adı verilmesi vb.), toplumsal muhafazakârlaşmayı politik gücüyle koyulaştıran, dış politika tercihleri ile “içeride” de korku uyandıran iktidara karşı Alevilerin tepkileri daha duyulur, görülür hale geldi.
Alevi gençleri ve Cemevlerini potansiyel “terör odakları” sayan bir zihniyetin iktidar partisinde ve onunla bütünleşik çevrelerde devam ettiğine şahit olmak bu süreçte öfkeyi ve endişeyi daha da arttırıyor. Bugün gelinen noktada devlet baskısına ve siyasal İslam’ın dolaylı ya da doğrudan dayatmalarına karşı Alevilerin Kemalizm’e sığınma alışkanlığının tamamen değiştiğini söylemek zor. Ancak yine de Gezi direnişi ile özgürlükçü başka bir çerçevenin potansiyel olarak keşfedildiğini iddia etmek mümkün.
“Kardeşlik” Değil Eşit Yurttaşlık
“Aleviler bizim kardeşimiz” klişesi üzerinden yürütülen asimilasyon politikalarının bir bilançosunu yaptığımızda karşımıza şöyle bir sonuç çıkıyor: Aleviler kendi hür talepleri ve kimlikleri ile hiçbir zaman “müesses nizam” karşısında eşit bir vatandaş olarak muamele görmedi. Ya “makbul Türklük” tanımı için araçsallaştırıldı ya ulusalcılar tarafından oy deposu olarak kullanılmak ya İslamcılar ve faşistler tarafından toptan imha edilmek istendi ya da İslamlaştırılarak asimile edilmeye çalışıldı.
Önce Alevilerin yerleştiği bölgelerde kiliselere minare kondurmakla başlayan süreç Alevi köylerine cami yapmakla, imam göndermekle devam etti. Diyanet İşleri Başkanlığı ise hem ülke içinden hem de dışından gelen taleplere kulaklarını tıkayarak “İslamiyet bir bütündür” demek konusundaki tutumunu ve “hiçbir mezhebe öncelik vermiyoruz” yalanında ısrarını kurumsal olarak sürdürdü.
Evet bugün ‘Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın diyenler’ de, ‘kalsın ama Aleviler de temsil edilsin’i önerenler de var. Şu an için de geçmişte de tek bir Alevilikten ve bunun tek bir siyasal izdüşümünden bahsetmek mümkün değil zaten. Aslında normatif bir pencereden iyi ki de değil diyorum. Alevilik içinde tıpkı başka inançlar ve yönelişler de olduğu gibi çeşitlilik olması çok doğal. Bu farklara işaret ederek ya da manipüle ederek eşit birer vatandaş olma hakkını gasp etme stratejisi ise artık çıkmaz sokağa girmiş gibi görünüyor.
Uzun zamandır Alevi gençler kendilerini temsil ettiğini iddia eden kurumların ötesinde özgürlükçü ve demokrat taleplerde bulunuyorlar. Gezi sırasındaki güçlü katılım, Tuzluçayır’daki direniş ve daha nicesi bu iradeyi bize gösteriyor. Her ne kadar iktidar çevreleri hem Gezi’yi ve Antakya’yı hem de Gülsuyu’nu işaret ederek Alevileri kendileri üzerinden oyun oynanmasına müsaade eden pasif aktörler olarak yaftalasa da hakikat çok başka. Hem iç politikada hem de dış siyasette iktidarın tasarruflarının Alevileri neden kaygılandırdığı üzerine düşünmeden onları AKP’ye karşı bir komplonun parçası ilan etmek Türk sağının Alevilik söz konusu olduğunda bir adım ileri gidemediğini ifşa ediyor.
“Kardeşlik” ve “paket” retoriği ile demokratik talepleri uysallaştırma ve geçiştirme hamleleri asimilasyonist politikanın sadece cilalanmış hali ve artık alıcısı yok. (GGÖ/ÇT)