27 Mayıs’tan bu yana sürmekte olan Gezi Parkı direnişi, başladığı ilk günden bu güne birçok şeyi değiştirdi. Başbakanın sürekli olarak “2 ağaç” diye sınırlayıp, alaycı bir şekilde ele aldığı küçük çaplı Gezi eylemi, sadece birkaç saat içinde farklı bir forma geçti ve ağaç meselesini kapsayıp aştı. Herkes, ağaçlara yapılan müdahalenin artık yaşam tarzının en radikal alanlarına bile sirayet ettiğinin farkına varmış bir şekilde mücadele ettiler. Gerçekten de kürtaj meselesi, başbakan tarafından yapılan “üç çocuk” dayatması, alkol yasakları ve dinin otorite için bir araç olarak kullanılmasının ardından biyopolitik iktidarın insanın dışında doğa alanına da egemenliğini kurmak için adım atması bardağı taşıran son damla oldu.
Hareket mi, komün mü?
Türkiye, 21. yüzyılda belki de ilk kez apolitikliğinden sürekli dem vurduğu, en umutsuz baktığı ve birçok yerde mizahi bir biçimde siyasal meselelerde mahkûm ettiği 90’lar kuşağı sayesinde bir halk ayaklanmasını yaşamış oldu. Ancak bu halk ayaklanmasını geçmiş deneyimlerden ayırmakta fayda var: 19. Yüzyıldaki ayaklanmalar ve devrim hareketleri elbette Gezi eylemlerinin bir ayağını doldurmaktadır, özgürlük ayağını. Ancak günümüzdeki hareket 1917’den de 1968’den de farklıdır.
20. yüzyılın toplumsal hareketleri ile arasına bir çizgi çekmiş durumdadır. Diğer yandan da eski tip toplumsal hareketlerin hiyerarşisinin kırılması gerektiğini öngören yeni toplumsal hareketlerden de bir farklılığı görmekteyiz. Nitekim yeni toplumsal hareketlerin en önemli özelliği –ve zaafı- barışçıl eylemlerin yanında devletle türlü müzakerelerde bulunup talep eden bir yapıya bürünmesidir. Öte yandan 1999 Seattle, Arap halk ayaklanmaları, Occupy Wall Street de aşılmış durumdadır.
Gezi eylemlerine baktığımızda, yeni toplumsal hareketleri aşan bir yapılanma ve örgütlenme görmemiz mümkün. Fiziki olarak da bunun yansıması Taksim Komünü olmaktadır. Taksim Komünü, hiyerarşinin gerçekten olmadığı, ortak bir talep için farklı katman ve sınıfların bir araya geldiği ve kendiliğinden bir iç düzen ve işleyişe sahip olan bir doğrudan demokrasi anlayışının hâkim olduğu bir yapı olmuştur. Gezi Parkı’nda kurulan çadırlar ve oradaki “toplum”un kendi içinde yaptığı işbölümü bütün eksiklerine, hatalarına rağmen tarihte imparatorluklara başkentlik yapmış 15 milyonluk bir şehrin en merkezi ve en göz önünde olan yerinde komün deneyimini yaşatmıştır. Mutfağıyla, reviriyle, bakkalıyla, kafesiyle, eğitim alanıyla, bostanıyla vs. Taksim Komünü insani olan her şeyin bulunduğu, baskı ve zorun tamamen dışlandığı bir alan olmuştur.
Çokluk burada!
Ayaklanan halk kitlesinin kaba bir profilini çıkarmaya çalıştığımızda, genel eğilim alt ile orta gelir grubu arasında kalan eğitimli (ya da eğitim alan) gençler olduğunu görürüz. Ancak bunun dışında mavi yakalı sanayi işçilerini de görmek mümkün. Aynı zamanda hizmet sektörü diye tarif ettiğimiz, tezgahtarlık, çağrı merkezi, garsonluk ve türlü ofis işlerine mensup bir grup da burada bulunmaktadır. Bir diğer grup ise orta gelir grubuna sahip plaza çalışanlarıdır. Son olarak da evsizler, tinerciler, sokak çocukları komünün ve ayaklanmanın içindeki bir diğer grubu oluşturmaktadır.
Bu gruplar toplumsal yaşamın birçok noktasında birbirleriyle olan teması rekabet ve ezme-ezilme ilişkisi olabilirken, komün ile birlikte bu ilişki tersine dönerek ortaklaşma ve dayanışma haline gelmiştir. Bu ortaklaşma ve dayanışma yeni bir sosyal sermayeyi beraberinde getirmiştir ve komünün ruhunu oluşturmuştur.
Peki, komündeki kitleyi nasıl tanımlayabiliriz? Bu noktada eski kavramlara dayanarak bir bütünlük çıkarmaya çalıştığımızda birçok sorunla karşılaşabiliriz; o sebeple Negri’nin “çokluk” tanımına burada yer verebiliriz. Çokluk, şöyle tanımlanır: “Tekillikler, ortak payda temelinde toplumsal olarak etkileşir ve iletişir, ayrıca bunların toplumsal iletişimi de dönüp tekrar ortak paydayı üretir. Çokluk bu tekillik ve ortaklık dinamiğinden doğan öznelliktir.” (Negri: 2004, 217) Bu tanımı somutlamaya kalkarsak, farklı üretim dallarına, siyasal görüşe ve toplumsal eğilimlere mensup tekilliklerin bir araya gelerek öznel bir siyasal güç oluşturması, Taksim Komünü’nün ruhunu oluşturmaktadır. Günümüzde fiziki olarak komün olmasa da mahalle forumlarında ve yerellerde bu politik kuruculuğun devam ediyor olması, komün ruhunun hala canlı olduğunu bize göstermektedir.
Taksim Komünü’nde gündelik hayatın yeniden kurulması
Canlı olan bu komün ruhu, AKP’nin en acımasızca müdahalelerde bulunduğu yaşam tarzlarını ön plana çıkarmıştır. Komün’de herkes türlü hatalara ve yanlışlıklara rağmen kendi yaşam tarzını birbirine saygı duyarak, koruyarak ve kollayarak idame ettirebiliyordu. Komün ruhunun yaygınlaşması halkın türlü profesyonellikler kazanmasını sağladı. Herkes bir yerinden yemek yapmayı, yük taşımayı, yaralılara ilk müdahaleyi yapmayı, hukuki süreçlerde nasıl davranılması gerektiğini vs. öğrendi. Diğer yandan da tüketim kültürünün radikalleştiği günümüz dünyasında birlikte olmayı, konuşmayı, dinlemeyi, kendini ifade edebilmeyi, yardım etmeyi vs. öğrendi. Komün’e ve direnişe katılan bireyler çok yönlülük kazanarak işlevsel hale geldiler.
Marx’ın Alman İdeolojisi’nde söylediği meşhur “…komünizmde sabah ava çıkabilirim, öğleden sonra balık tutabilir, akşam edebiyat eleştirisi yapabilirim. Balıkçı, avcı ya da eleştirmen olmam gerekmez.” sözü komünün gündelik hayat ruhunun en üst katmandaki vehçesini özetler niteliktedir. Keza komünde direnişçi de sabah işe gider, akşam işten direnişe gelir, bütün akşam çok yönlülüğünü gösterip gece vakti sığındığı evde geliştirici tartışmalarda bulunabilir.
Gündelik hayatın diğer vehçelerine baktığımızda var olan tepkinin ve komün ruhunun işaret ettiği yerin kapitalizm ve neo-liberalizm olduğunu görebiliriz. Zira yaşam tarzına saldırıya yönelik tepkinin vücut bulduğu en önemli alan boş zaman ve eğlence olmuştur. Halk, sosyal medya ve internette yaptığı esprileri, mizahı, alayı ve ironiyi sokağa taşımış ve bunu siyasallıkla bütünleştirmiştir. Bu elbette sosyal medya örgütlülüğünün sokağa yansıması olmuştur. Duvar yazılarında ve atılan sloganlarda (çok ağır koşullarda olsa bile) ironi ve alaydan hiçbir şekilde vazgeçilmemektedir. Tüketim kültürünün alanları da boşaltılmış ve AVM kültürü yerini duraninsanlara bırakmış, eğlence belirli bir mekândan çıkarak sokaktaki bir kaldırım taşında veya yerde devam eder hale gelmiştir.
Belirli bir mekânda devam eden eğlence de sokaktaki siyasallığı bire bir taşımaktadır. Eğlence hala vardır ve var olması da gerekmektedir; fakat artık eğlenceye tüketim kültürü değil, siyasallık hâkim olmaktadır. Boş zamanın doldurulması ve eğlenme eyleminin gerçekleşmesi, ortaklık ve dayanışma ile vücut bulmaktadır. Bireysellik bu alanlardan silinerek kolektiflik ve birliktelik geliştirilmiştir. Gelişen bu birliktelik neo-liberalizme karşı örgütlü bir tepki olarak karşımıza çıkmaktadır.
Halkın hegemonyası kurulurken
Sonuç olarak halk kendi yaşam tarzını, kendi gündelik hayatını oluşturmuş durumdadır. Bu, AKP’nin hegemonya kurmaya çalıştığı kaleyi komün ruhunun ele geçirdiğini göstermektedir. Hatta bununla da kalmamış, AKP’nin siyasal hegemonyası ve meşruiyeti de kırılmaktadır/yer yer büyük ölçüde kırılmıştır. Bunun yerine halk, kendi hegemonyasını kurmuştur. Halkın kendinden emin olmaması için hiçbir sebep kalmamıştır.