Son birkaç on yılın en açık derslerinden biri kapitalizmin yok edilemez olduğudur. Marx onu bir vampire benzetmişti ve bu benzetmenin önemli bir noktasının da vampirlerin kazıkla öldürüldükten sonra dirilmesi olduğu anlaşılıyor. Mao’nun Kültür Devrimi sırasındaki kapitalizmin izlerini silme çabası bile, onun muzaffer dönüşüyle sonuçlandı.
Günümüzün Solu küresel kapitalizmin hegemonyasına ve onun politik kuyruğu, liberal demokrasiye geniş bir çeşitlilikle yanıt veriyor. Örneğin, hegemonyayı kabul edebilir, ama onun kuralları içinde reform için mücadeleyi sürdürecektir (Üçüncü Yolcu sosyal demokrasi).
Ya da, hegemonyanın burada kalıcı olduğunu, ama yine de ona onun “çatlaklarından” direnmek gerektiğini kabul eder.
Ya da, bütün mücadelenin boşuna olduğunu kabul eder, çünkü hegemonya öyle kapsayıcıdır ki bir “tanrısal şiddet” patlamasını beklemek dışında hiçbir şey yapılamaz – bu da Heidegger’in “sadece Tanrı kurtarabilir bizi”sinin devrimci bir değişkesidir.
Ya da, mücadelenin geçici boşunalığını kabul eder. Küresel kapitalizmin günümüzdeki zaferi karşısında, diye devam eder bu sav, gerçek bir direniş mümkün değildir, o yüzden küresel işçi sınıfının devrimci ruhu yenileninceye dek, tek yapabileceğimiz refah devletinden geride kalanı savunmak, iktidarda olanları yerine getiremeyecekleri taleplere boğmak ve diğer yandan insanın eleştiri çalışmasını sakince sürdürebileceği yer olan kültürel incelemelere çekilmektir.
Ya da, sorunun çok daha temel bir sorun olması, küresel kapitalizmin son aşamada teknolojinin ya da “araçsal aklın” altta yatan ilkelerinin bir etkisi olması gibi bir olgu üzerinde durur.
Ya da, insanın küresel kapitalizm ve devlet iktidarını çökertebileceğini, ama bunu onlara doğrudan saldırarak değil, gündelik pratiklerin mücadele sahasına, insanın “yeni bir dünya inşa edebileceği” yere yeniden odaklanarak yapabileceğini koyutlar; bu şekilde, sermaye ve devlet iktidarının temelleri zamanla çökecek ve belli bir noktada devlet yıkılacaktır (bu yaklaşımın örneği Zapatista hareketidir).
Ya da, “postmodern” yolu benimser, vurguyu anti-kapitalist mücadeleden hegemonyaya yönelik politik-ideolojik mücadelenin çoklu biçimlerine kaydırır, söylemsel yeniden dile getirmenin önemini vurgular.
Bu konumlar birtakım “doğru” radikal Sol politikalardan kaçınmanın bir yolu olarak sunulmaz – çevresinden dolanmaya çalıştıkları şey, aslında, bu tür bir konumun yokluğudur. Fakat Solun yenilgisi son otuz yılın bütün hikayesi değil. Çin komünistlerinin kapitalizmin tarih içindeki herhalde en şiddetli gelişimine öncülük ediyor olmasından, ve Batı Avrupalı Üçüncü Yolcu sosyal demokrasiden öğrenilecek bir başka ders vardır. Bu da, kısaca şudur: bunu daha iyi yapabiliriz. Britanya’da, Thatcher devrimi, zamanında, kaotik ve düşüncesizdi, öngörülemez olumsallıklar sergiliyordu. Onu kurumsallaştırmayı, ya da Hegel’in terimleriyle, bir olumsallığı, bir tarihsel kazayı (başta öyle görünen bir şeyi), bir zorunluluk haline çıkarmayı başaran kişi Tony Blair oldu. Thatcher bir Thatchercı değildi, sadece kendisiydi; Thatcherizme gerçekten biçim kazandıran kişi (Major’dan çok) Blair oldu.
Postmodern Soldaki bazı eleştirmenlerin bu duruma verdiği yanıt yeni bir direniş politikasına çağrı yapmak. Devlet iktidarını ele geçirmek bir yana, ona karşı mücadele etmekte ısrar edenler, “eski paradigma”ya takılıp kalmış olmakla suçlanıyor: günümüzün hedefi, diyor onların eleştirmenleri, onun toprağından çıkıp onun denetiminin dışında yeni uzamlar yaratarak devlet iktidarına karşı direnmek. Bu, elbette, kapitalizmin zaferini kabul etmenin ters yüzüdür. Direniş politikası Üçüncü Yolcu Sol için ahlakçı bir eklentiden başka bir şey değil.
Simon Critchley’in son kitabı, Infinitely Demanding [Sonsuzca Talep Etmek, Verso, 2007] bu konumun neredeyse kusursuz bir cisimlenişi. Critchley’e göre, liberal-demokratik devlet burada kalıcı. Devleti ortadan kaldırma çabaları sefil bir şekilde başarısız oldu; buna bağlı olarak, yeni politikanın ona belli bir mesafe alması gerekiyor: savaş karşıtı hareketler, ekolojik örgütlenmeler, ırkçı ya da cinsiyetçi tacizleri protesto eden gruplar, ve başka yerel öz-örgütlenme biçimleri.
Bu devlete karşı direnme, devleti olanaksız taleplere boğma, devlet mekanizmalarının sınırlamalarını reddetme politikası olmalı. Direniş politikasını devletten belli bir mesafede yürütmeye yönelik temel sav “sonsuz talepkar olan” adalet çağrısının etik boyutuna dayanıyor: hiçbir devlet bu çağrıyı dikkate alamaz, çünkü başlıca hedefi kendi yeniden üremesini (ekonomik büyümesini, kamu güvenliğini, vb.) güvenceye almanın “reel-politik” hedefidir. “Elbette,” diye yazıyor Critchley, tarih adet olduğu üzere tüfek ve sopa taşıyan insanlar tarafından yazılmıştır ve insan onları alaycı taşlama ve süpürgelerle yenmeyi bekleyemez. Anarşik politik direniş karşı çıktığı arşik şiddet egemenliğini taklit edip yansılamaya çalışmamalıdır.
Öyleyse, diyelim, ABD Demokratlarının ne yapması gerekiyor? Devlet iktidarı için çekişmeyi bırakıp devletin çatlaklarına mı çekilmeliler, devlet iktidarını Cumhuriyetçilere bırakıp ona karşı anarşik direniş kampanyası mı başlatmalılar? Peki eğer Hitler gibi bir muhalifle karşı karşıya olsaydı Critchley ne yapardı? Böyle bir durumda insanın kesinlikle karşı çıktığı “arşik şiddet gemenliğini taklit edip yansılaması” mı gerekiyor? Sol insanın devletle yüzleşirken şiddete başvurması gereken durumlarla, tek yapabileceğinin “alaycı taşlamalar ve süpürgeler” kullanmak olduğu durumlar arasında bir ayrım koymamalı mı? Critchley’in konumunun ikircikliliği tuhaf bir tutarsızlıkta yatar: eğer devlet burada kalıcıysa, eğer onu (ya da kapitalizmi) ortadan kaldırmak olanaksızsa, neden ondan çekilelim? Neden devletle (onun içinde) hareket etmeyelim? Neden Üçüncü Yolun temel öncülünü kabul etmeyelim? Neden kendimizi, Critchley’in belirttiği gibi, “devleti sorgulayan ve kurulu düzeni, belli bir ütopyacı anlamda arzulanacak bir şey olsa da, devletten kurtulmaya değil, onu daha iyileştirmeye ve onun zararlı etkisini azaltmaya çağıran” bir politikayla sınırlayalım?
Bu sözler günümüzün liberal-demokratik devletinin ve “sonsuzca talep eden” bir anarşik politika hayalinin karşılıklı bir asalaklık ilişkisinde var olduğunu ispatlar: anarşik failler etik düşünme işini yapar, devlet de toplumu yürütüp düzenleme işini. Critchley’in anarşik etik-politik faili bir süperego gibi davranır, rahatça devleti taleplere boğar; ve devlet bu talepleri karşılamak için ne kadar çaba harcarsa, o kadar suçlu görünür. Bu mantığa uygun olarak, anarşik failler protestolarını açık diktatörlüklere değil, ilan ettikleri ilkelere ihanet etmekle suçlanan liberal demokrasilerin ikiyüzlülüğüne odaklar.
Birkaç yıl önce Londra ve Washington’da ABD’nin Irak’a saldırması nedeniyle yapılan büyük gösteriler, iktidarla direniş arasındaki bu tuhaf ortakyaşar ilişkisinin mükemmel bir örneğini sunar. Bunların paradoksal sonucu iki tarafın da tatmin olmasıydı. Protestocular güzelim ruhlarını kurtardı: hükümetin Irak politikasını kabul etmediklerini açıkça gösterdiler.
İktidardakiler de bunu sakince kabul etti, hatta bundan kâr etti: protestolar zaten karar verilmiş olan Irak saldırısını hiçbir şekilde engellememekle kalmadı; aynı zamanda onu haklı kılmaya da yaradı. Bu yüzden George Bush’un Londra ziyareti sırasında yapılan toplu gösterilere verdiği tepki şöyle oldu: “Görüyorsunuz ya, bunun için mücadele ediyoruz, böylece bu insanların burada yaptıkları –hükümetlerinin politikasını protesto etmek– Irak’ta da mümkün olacak!”
Hugo Chávez’in 2006’dan bu yana ilerlediği yolun postmodern Solun seçtiği yolun tam tersi olması çarpıcı bir şey: devlet iktidarına direnmek yerine, onu ele geçirdi (önce bir darbe girişimiyle, sonra demokratik olarak), Venezuela devlet aygıtlarını hedeflerini gerçekleştirmek üzere acımasızca kullandı. Dahası, barrio’ları [şehirlerin gecekondu ve orta sınıf kesimlerini] askerileştiriyor ve orada silahlı birliklerin eğitimini örgütlüyor.
Ve en korkunç şey: başkentin onun yönetimine “direnişinin” ekonomik etkilerini (devlet sübvansiyonu alan süpermarketlerde bazı mallar için geçici kıtlıklar yaşandı) artık hissettiği için, onu destekleyen 24 partinin tek bir parti halinde birleşmesine yönelik planlarını ilan etti. Bazı müttefikleri bile bu hamlesine karşı kuşku duyuyor: bu Venezuela devrimine canlılığını veren halk hareketlerine zarar verecek mi bu? Fakat, bu seçim, riskli de olsa, tam olarak onaylanmalı: amaç yeni partinin tipik bir devlet sosyalist (ya da Peronist) partisi olarak işlemesini sağlamak değil, yeni politika biçimlerinin mobilizasyonunun bir aracı olarak işlemesini sağlamak (sıradan insanların gecekondu komiteleri gibi). Chávez gibi birine ne diyeceğiz? “Hayır, devlet iktidarını alma, çekil, devleti ve mevcut durumu olduğu gibi bırak” mı?
Chávez genellikle bir palyaço sayılıp göz ardı ediliyor – ama bu tür bir çekilme onu Subcomadante Marcos’un, Meksikalı birçok solcunun artık “Subcomediante Marcos” dediği kişinin bir değişkesine indirgemez mi? Günümüzde, devlete “direnenler” büyük kapitalistler –Bill Gates, çevre kirleten şirketler, tilki avcıları–oluyor.
Buradan çıkarılacak ders, gerçekten yıkıcı olan şeyin, iktidarda olanların yerine getiremeyeceğini bildiğimiz “sonsuz”taleplerde ısrar etmek olmadığıdır. Onlar da bizim bildiğimizi bildiğinden, bu tür “sonsuzca talep etme” yaklaşımı iktidardakiler için bir sorun oluşturmuyor. “Bu eleştirel taleplerinizle bize hepimizin nasıl bir dünyada yaşamak istedini hatırlattığınız için çok teşekkür ederiz. Ne yazık ki, gerçek dünyada yaşıyoruz, mümkün olan ne varsa onu yapmak zorundayız.”
Yapılması gereken şey, tersine, iktidardakileri stratejik olarak iyi seçilmiş, aynı bahanelerle karşılanamayacak, kesin, sonlu taleplere boğmaktır.
Slavoj Zizek diyalektik maddeci filozof ve psikanalist. Aynı zamanda Birbeck Üniversitesi’ndeki Uluslar arası İnsan Bilimleri Merkezi’nin yönetiminde yer alıyor. 2007 yılında yayımlanan son kitabı “The Parallax View” Encore Yayınevi tarafından yayıma hazırlanıyor. (SZ/SG/NZ)
* Zizek 8 Kasım'da İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde yaptığı konuşmadan oluşturduğu yazıyı London Book of Reviews'da yayınlandı.
* Metni Sabri Gürses çevirdi.