Olan bitene, işimize, ailemize, arkadaşlarımıza, "ecnebi" memleketlere, enflasyona, kadına, erkeğe, siyasete, vb. hülasa, hayatın hemen her alanına dair ufkumuzu daraltan ve aslında böylece hayallerimizi ve umudumuzu ezen burjuva gerçekçiliğinin aktığı mecralar, yani şu medya dediğimiz şey, artık eskisi kadar güçlü değil!.. Bu müthiş değişimi, bugün 58. gününe giren Tekel işçilerinin Ankara direnişine borçluyuz...
15 Aralık 2009'da 12 bin Tekel işçisinin arasından kopup geldiklerinde, içten içe de olsa kendileri dışında kimse, bu kadar uzun ve kararlı bir yürüyüşü sürdüreceklerini düşünmüyordu. Şimdi, Ankara Emniyeti'ne ve bizzat Tayyip Erdoğan'a teşekkür ediyorlar. Onların tavrı olmasaydı, bu kadar kararlı bir biçimde sürdüremeyeceklerdi belki de. 17 Aralık'ta, Ankara Emniyeti'nin insanlıktan giderek çıkan polisleri öldüresiye saldırdığında, bu vahşi girişim belki de bir dönüm noktası oldu. İçlerinde milletvekilleri vardı, olay daha da medyatikleşti. Bir milletvekilinin işçileri ziyaret etmesine, "hiç merak etmeyin, halledeceğiz" yollu geçiştirmelerine alışmıştık ama bir vekilin, polis tarafından bu şekilde darp edilmesini görmeyeli uzun zaman olmuştu (SHP Milletvekili Salman Kaya'nın 1994 1 Mayıs'ında bilinçli olarak dövüldüğü sahneler geliyor aklıma). Sözüm ona demokratik bir toplumun demokratik yolla seçilen milletvekilleri bile başkentin göbeğinde biber gazı, su, kaba kuvvetle yola getirilmeye çalışıldı. Oysa hak mücadelesi verenler yıllardır alışmıştı bütün bu zorba uygulamalara, yasaklara, gaza, copa, suya (bu su makinelerinin ironik bir adı var: TOMA: Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı. Kim, kime, niye müdahale ediyor, anlamak imkansız!)
Televizyon ekranlarından arkadaşlarını ve milletvekilini görenler, İzmir'den, Diyarbakır'dan, Malatya'dan, Hatay'dan, Aydın'dan, Denizli'den, Batman'dan, ... Ankara'ya akın etmeye başladılar. İşler iyice kızıştı, Hükümetin ve Başbakanın sinir katsayısı giderek arttı. Ayaklar baş olmaya mı niyetliydi yoksa? Evet, niyet tam da buydu...
* * *
Ankara memur kenti olarak bilinir. Oysa, her metropol gibi Ankara da işçisiyle, memuruyla, köylüsüyle, çiftçisiyle emekçi kentidir. Emek olmadan hayatın kaç saat süreceğini hesaplıyor bilim insanları, çeşitli yaşama alanları için farklı rakamlar çıkıyor ortaya ama genel sonuç aynı: İşçi sınıfının üretimden gelen bir gücü var hakikaten de ve o gücü kestiğinizde, hayat da duruyor... Tekel işçileri bu gerçeği de gözümüzün içine sokmayı başardı. Kapitalist bir toplumda her kenti, kentin en güzel yerlerine layık görülmeyen emekçiler yaratır... Fabrikaların şehrin çeperlerinde kurulmasını bırakın, neoliberal düzende artık işlik, son derece kötü koşullarda çalışmaya zorlanan işçilerin tıkıldığı küçük atölyelerdir. Fabrikaların içlerini göremezdik, bunlarınsa dışlarını bile göremeyiz, baktığımız duvarların arkasında kaç çocuğun eğitim hakkı elinden alınır, fark etmeyiz...
"Sıyırma" ve "tonga"... Tekel işçilerinden öğrendim bu sözcükleri. Tekel fabrikalarındaki iki temel birimin isimleri. Her işçinin önüne 10 dakikada bir yeni balyanın bırakıldığı sıyırma bölümündeki kadınların görüntülerini izledim. Bitirse de bitirmese de, ardısıra getirilen balyaların tamamını açacak, tütünleri sıyıracak. Bu işlem sırasında açığa çıkan toz, doğrudan ciğerlerine yapışıyor. Yılda bir kez yapılan formel kontrol, sağlıklı yaşamın anahtarı olmuyor maalesef. Ve işçiler bu koşulları bile arar hale getirilmek isteniyor. Hükümet, Devlet Memurları Kanununun 4C Maddesini hayata geçirmeye çalışırken, Tekel işçisinin iş güvencesini ortadan kaldırıp ücretini bugünkünün neredeyse 1/3'ü düzeyine indirmekle kalmıyor, elindeki en değerli gücü, örgütlü mücadele olanaklarını da tasfiye etmeye yöneliyor. Çalışma saatleri, kanunda belirtilen zamana göre değil, işin tamamlanmasına bağlı olarak belirleniyor ve kanun dışı çalışmanın mesai ücreti de ödenmiyor. Bitmedi, bu kadar sınırlı ücretlerle çalışacak olan 4C personelinin, istihdam edildiği sürece, dışarıda kazanç getirici başka bir iş yapması da olanak dışı...
Bütün olumsuzluklara rağmen yıllarca mevsimlik çalışıp, kadro hayali kuran, AKP döneminde kadro alan binlerce Tekel işçisi, ilk seçimde oyunu bu partiye vermiş. Konuştuğum pek çok işçi, pişmanlıkla ve biraz da utanarak itiraf ediyor yaptığı "seçimi". Sanki yaptığı gerçek bir seçimmiş gibi, kendisini suçluyor. Kendinde "suç" var belki ama, önünde hakiki seçenek olmayan insanların seçim yapması söz konusu olamaz, onlar sadece bazı seçeneklere "razı olurlar." Bu seçmen demokrasisi oyununun bir kapanış sahnesi olmalı...
AKP'ye oy veren Tekel işçileri şimdi pişman ama bugün Türkiye'de neoliberal AKP'nin neoliberal olmayan bir alternatifi, CHP, MHP mi olacak? Elbette hayır. Eğer bir alternatif olacaksa, günlerdir Tekel işçisini yalnız bırakmayan insanlarda, örgütlerde, sol-sosyalist yapılarda, Kürt yoksul hareketinde, bütün bu kesimlerin de Tekel işçisiyle ve başka işçi kitleleriyle mücadele birliğinde... Buradan bir siyasi irade, demokrasi oyununda heba olmayacak hakiki bir seçenek çıkar mı, onu zaman gösterecek...
* * *
Tekel'ciler bu uzun soluklu direniş süresince, emek kardeşliğinin, eşitsizliğin ve baskının hüküm sürdüğü her alanda özgürlüğün, yani insan özgürleşmesi fikrinin canlanmasını sağladı. Her şeyden önce, tarihin en eski bağımlılık ve baskı biçimlerinden birine, cinsiyete dayalı ayrımcılığa karşı bir uyarıydı onların hareketi. Erkeklerden kadınlara tanınan bir ayrıcalık şeklinde değil de, kadınların bizzat kendi hayatlarına sahip çıkarak sergilediği bir özgürleşmeden söz ediyoruz... Elbette devasa bir bilinç sıçraması değil söz konusu olan ama Türkiye'nin dört bir yanından kocasına, babasına, erkek kardeşine, amcaoğluna, kaynanasına rağmen hakkını savunmak üzere evinden çıkmış, bugüne kadar "olaylı/olaysız sona eren" eylemleri yalnızca akşam haberlerinde izlemiş, yıllar boyu 10 dakikada 40 kiloluk tütün balyalarını sıyırmak zorunda kalan bu kadınların Ankara'da bir çadırı mekan eylemesi dile kolaydır...
14 Ocak 2010'da gerçekleştirdiğimiz büyük mitingte de şaşırttılar bizi işçiler. Artık işin renginin değiştiğini fark eden Hükümetin ve onun ağzına bakan Türk-iş Başkanı ile şürekasının ağdalı literatürü kifayet etmedi. İşgal ettiler: Önce kürsüyü, ardından Türk-iş binasını ... Başbakan, utanıp sıkılmadan "ideolojik" dedi işçilerin eylemine. Onun gibilerin politik jargonunda "ideolojik", en yalın biçimde belirtmek gerekirse, "komünist" demekti ve Sovyetler çökmüş, "sınıf" ölmüş olsa da komünizm hala mezarından kalkıp üzerlerine yürüyecek bir hayaletti... Burjuvazi, işçi sınıfının kitlesel eylem kapasitesi arttıkça antikomünist diskuru daha fazla önümüze sürecek; Başbakanın agresif beyanlarından anlaşılan budur. Ama Sakarya Caddesi'ni kendi evi yapan işçilerin bu korkutmacadan etkilenmeleri, eskiden mümkündüyse bile artık değil. Onlar şimdi kendisine komünist diyen, solcu, sosyalist diyen insanlarla da kardeşleşiyor, gerçekten ideolojik bir mücadele verdiklerini de biliyorlar. İnsanları kendi haline koysalar neler neler olacağını gösteriyorlar...
Kısa bir süre önce DTP'lilere karşı linç girişimiyle anılmış olan İzmir'den gelen işçilerden biri, kendisinin "koyu milliyetçi" olduğunu söylüyordu ilk kez görüştüğümüzde. Aradan 10 gün geçti ve Diyarbakır'lı erkeklerin ne kadar çalışkan ve mert olduğundan, önceki gecenin ayazında sokakta kestirmeye çalışırken yanlarına gelen "Halk Eğitimci" (Halk Evleri'nde örgütlü devrimci öğrencileri kastediyor) gençlerin "ne kadar yardımsever ve yakışıklı" olduğundan dem vuruyordu... Bu bir bilinç sıçraması sayılmaz belki ama yıllardır hayatımızı cehenneme çeviren milliyetçi önyargılardan uzaklaşmanın, bu ülkenin vatandaşı, daha da ötesi, onurlu bir insan davranışı olarak birbirini "aracısız selamlama"nın açık bir belirtisi kanımca...
Onların hepsinin "harika" insanlar olduğundan söz etmiyorum, "işçi sınıfı neylerse güzel eyler, başkası da bir şey eyleyemez" diyenlerden de değilim (böyle diyen varsa tabii...). Dediğim basit: İşçi sınıfının özgürlük mücadelesi, kendinden olmayanları da özgürleştirir, özgürleştiriyor. Türkiye'nin çok farklı kültürlerinden gelen kadınlı erkekli yüzlerce insan Ankara'da, her akşam türlü kavga-gürültünün yaşandığı, insanların (kahir ekseriyeti erkektir bu insanların!) tıksırıncaya kadar içtiği, sivil polis kaynayan Sakarya Caddesi'nde, büyük çatışmalar yaşamadan, birbirini anlamak zorunda olduğunun bilinciyle, her türlü sıkıntıya tahammül ederek yaşayıp gidiyor... İşçi sınıfının sesine ses katmış bilimcilerinden Edward Palmer Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu'nda, bir işçi önderini tanımlarken şu ifadeyi kullanıyor: "Çıkarların ve hoşnutsuzlukların çeşitliliğinden radikal bir konsensüs yarattı". Tekel işçisi de, entelektüel birikimlerinden ve "öğrenilmiş" yollardan bağımsız olarak tam da bunu yapmaya çalışıyor kendince...
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en önemli siyasi krizlerinden birini yaşarken, işçi sınıfının kararlılıkla ve dirençle egemenlerin karşısına çıkması, eşitlik, özgürlük, adalet isteyenler için büyük bir umut ışığı yaktı. Ama gözümüzü kör etmemeli bu ışık. Eğer biz yapmazsak, yerimize hiç kimse bir şey yapmayacak. Ne işçi sınıfının hak mücadeleleri sonuç getirecek, ne Hrant Dink'in katilleri cezalandırılacak, ne kadınlar namus cinayeti vahşetinden kurtulacak, ne Kürtlere, ne de Türklere özgürlük gelecek bu memlekette... Bu ışığı çoğaltıp, bize dünyayı dar edenlerin gözüne sokmadıkça farkında bile olmadan sönüp gidebilir ışığımız.
Ankara'da günlerdir çoğunluğu kadın ve Türkiye'de adı anılan ya da anılmayan her türlü kimliğini, mücadeleci işçi kimliğinde toplamış binlerce insanın görülmemiş bir eylemliliğiyle karşı karşıyayız... Daha şimdiden çok önemli kazanımları var. Bütün bunlara iyice bakmak, o çadırlarda önce konuk, sonra ev sahibi, kısacası bu onurlu mücadelenin işçisi olmak, onlar gibi "işçileşmek" gerek... (GA/EK)