Cumhuriyet’in kurulmasının ardından, Osmanlı’dan kalan topraklar ülkelere bölünür, topraklar sınırlarla ve tel örgülerle birbirinden ayrılır. 1999 yapımı Propaganda filmi, bir köyün içinden sınır geçmesiyle birlikte, yaşananları ve bölünen hayatları anlatır. Film kasabanın içinden sınır geçmesini fazlaca karikatürize etse de sınır meselesiyle ilgili anlatıların gerçeklik payı büyüktür.
Türkiye ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasındaki sınırın belirlenmesinden sonra sınır bir Laz köyünü ikiye böler. Türkiye tarafında kalan köy Sarp, Soyvetler tarafında kalan köy ise Sarpi adını alır. Ulus devlet aklına göre Sarp köyünde yaşayan Lazlar artık Türk, Sarpi köyünde yaşayan Lazlar ise artık Gürcü’dür, hatta Rus bile olabilirler...
Benzer durumlar Türkiye’nin sınırda kalan başka yerleşim yerleri için de geçerli. Cumhuriyet her yeri demir ağlarla örmeden ve Anadolu’yu dikenli tellerle çevirip bizi hapsetmeden önce, birbiriyle komşu olan köyler, ayrı ülkelerin parçası oldular. Dini bayramlarda televizyonlardaki ¨Sınırda bayram coşkusu¨ haberlerini hatırlamayanınız var mı? Bayramlıklarını giyen ve tel örgülerden bayramlaşmaya çalışan, birbirine el sallayan insanları hatırlamayanız var mı? Ayrı ülkelerdeki bu insanlar ne zaman akraba oldular, ne zaman birbirlerinden ayrıldılar? Ya da kim ayırdı sevenleri...
Bu köylerde yaşayan insanlar sınırların çizilmesinden sonra başka etnik kimliklere sahip olmak zorunda kaldılar. Benedict Anderson’un kavramsallaştırmasıyla devletler, ulus adlı ¨Hayali cemaatler¨ oluşturdular. Örneğin, Türkiye-Suriye sınırının Türkiye tarafında kalanların Türk, Suriye tarafında kalanların Arap olduğuna inanmamız beklendi. Bu inancın pekiştirilmesi için asimilasyon politikalarını devreye soktular.
Peki tuttu mu bu asimilasyon politikaları? Hayır!
Sınırlara, mayın tarlalarına, asimilasyon politikalarına rağmen Kürtler hala Kürt, Araplar hala Arap, Süryaniler hala Süryani. Bu halkların özgürlük mücadelesiyle ve Irak-Suriye rejimlerinin sarsılmasıyla birlikte bu daha da görünür oldu.
Türkiye’de sınır bölgelerinde Kürt halkının yaşadığı yerlerin karşısında yer alan İran, Irak ve Suriye topraklarında da Kürtler yaşıyor. Ve aynı şey Araplar için de geçerli. Bu nedenle Lazkiye’de yaşanan her acı Hatay’ı da yakıyor... Qamişlo’daki her acı Nusaybin’i de yakıyor.
Bu sınırlardan en çok etkilenenler, her ülkede ezilen halk durumunda olan Kürtler. Kürt halkı bu sınırlarla bölünen toprakların dört parçasında da özgürlük mücadelesi veriyor ve kendi arasına koyulan, Kürt halkını bölen bu sınırları yıkmaya, aşmaya çalışıyor.
Ancak özgürlük mücadelesi yükseldikçe devlet de sınırları yükseltiyor. Tel örgü yetmiyor, mayın devreye giriyor; mayın yetmiyor, duvar örülüyor. Yüzlerce yıldır bir arada yaşayan halkların bağları koparılmaya çalışılıyor. Doksan yıldır yapılanlardan devletliler ders çıkarmıyor.
Nusaybin ile karşısındaki şehir Qamişlo arasında bir duvar örülüyor malumunuz. Bu duvarın yapımına karşı Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan dokuz gündür açlık grevi yapıyor ve tek başına direniyor. Yerel seçimler yaklaşırken, bir halka nasıl sahip çıkılır ve can nasıl feda edilir konusunda herkese ders veriyor Ayşe Gökkan.
Sık sık tarihine referans yapan Başbakan, ecdadının ne duvarları aştığını unutarak, kendisi bir halka karşı duvarlar ördürüyor. Başbakan’a tarihini bir hatırlatan bulunur elbet.
Ya da Filistin’i bir hatırlatan bulunur. bu utanç duvarının aynısını Filistin’e kimin ördüğünü, neden ördüğünü bir hatırlatan bulunur elbet. Ya da biz hatırlatalım, İsrail’in Filistinlilere karşı ördüğü utanç duvarını Filistin halkı deldi geçti.
Muhtemelen siz bu yazıyı okurken Kürt halkı Nusaybin’de utanç duvarının önünde eylemde olacak. Nusaybin’deki direniş esnasında bize penguen belgeseli izletmeye çalışabilirler. Hani Gezi’de, ¨Kürtlerin başına gelenleri biz 30 yıldır bu medyadan mı izlemişiz¨ demiştik ya, aynı medya görevde hala, unutmayalım.
Son söz, o duvar, duvarı örenlerin başına yıkılacak. Ondan şüphemiz yok. Diren Nusaybin, diren Ayşe Başkan, utanç duvarına diren, suskunluğumuza diren! (AS/HK)