Abdullah Öcalan İmralı'ya hapsedildiğinden beri iyice artırılmış olan güvenlik önlemleri sayesinde adanın çevresindeki denizde canlı türlerinin epey çoğaldığı söyleniyor. Çevre koruma faaliyetlerinin devlet politikalarıyla başedebildiği memleketlerde, av yasaklı benzer koruma alanlarının ne kadar faydalı olduğu gözönünde tutulursa, dünyada eşi benzeri bulunmayan Marmara Denizinin tümüne yayılan bir koruma alanı oluşturmak gerektiği de ortaya çıkar.
Yazar Tan Morgül Lüfer adlı belgeselde ekosisteme süpermarket muamelesi yapıldığını, gezegendeki tüm canlıların sanki soframıza girmek için varolduklarını belirtiyor; dünyadaki son yaban avlar tükendiğinde ne yapacağımızı sorgularken Morgül herhangi bir sınırlamanın, etik kaygının olmadığı zihniyete dikkat çekiyor ve yaşamın kendini 20 sene içinde toparladığı koruma alanlarına işaret ediyor.
Tabii imtiyaz sahibi bazı kişilere, koruma alanlarında avlanma izni verildiği kesin, tıpkı bahriyenin elinde olduğu zamanlar Yassı Ada'da olduğu gibi. Aniden derinleşen kıyıları ve Boğaz akıntısının etkileriyle çok özel mercan ve sünger çeşitlerine sahip "lanetli" Yassı'nın son zamanlarda vaziyeti vahim.
Hassas bir dengeye sahip olmasına rağmen hoyratça harcanmakta olan Marmara Denizi’ne adadan dökülen taş, toprak ve bilumum inşaat malzemelerinin haddi hesabı yok. Gözünü hırs bürüyen inşaatçıların sonu gelmeyen tamahı yüzünden faturası çevreye çıkarılmakta olan dolgu alanı megalomanik-fantastik projelerden biri daha ve buna dur diyebilecek kimse yok gibi görünüyor.
Lüfer belgeseli
İzmir'de devam eden 10.Ege Belgesel Film Günleri programındaki Lüfer'de Marmara Denizi'ne artık uğramayan uskumru, kolyoz veya orkinoz gibi lüfer balığının da Marmara'dan elini eteğini çekeceğinden bahsediliyor. Palamutlar da zaten torik haline gelemeden ağlara takılıp tezgâhları boyluyor.
Yaman Koray'ın Deniz Ağacı'nda ayrıntısıyla aktardığı kılıç avcılığı da artık Marmara Adası ve çevresinde yapılmıyor çünkü kılıç balığı son yıllarda Çanakkale Boğazından içeri girmiyor; bazı Marmara Adalı balıkçılar ilkbaharda Ege Denizine açılıp Saroz Körfezi ve İmroz (Gökçeada) çevresinde kılıç peşinde koşmak zorunda kalıyor.
Bu vesileyle İmroz'un sünger avcılarını anmakta fayda görüyorum: Rum ahaliyi bezdirmek ve adadan kaçırmak için uygulanan sinsi devlet politikaları ve avlanma yasakları yüzünden Rumlar'ın çaresiz kaldığı bir dinamik daha vuku bulmuştu!
Lüfer'e dönersek, yönetmen Mert Gökalp lüfer balığına saygı duruşunda bulunuyor ve muhteşem görüntü yönetmenlğiyle de filmini taçlandırıyor.
Greenpeace Akdeniz'den Banu Dökmecibaşı, Fikir Sahibi Damaklar'dan Defne Koryürek, bilim insanları Dr. Mustafa Zengin veya Prof. Dr. Saadet Karakulak gibi konunun uzmanlarıyla gerçekleştirdiği röportajlar dışında minimalist müzik, görsel ve akustik efektlerle, bilhassa sualtı görüntülerinde seyirciyi adeta hipnotize ediyor.
Estetik dokunuşu, İstanbul şehri ve denizle ilişkisine dair görüntülerde de dikkat çekiyor, yönetmenin kentine olan derin sevgi ve saygısı su yüzüne çıkıyor.
Mevzunun derinliğine ve dinamizmine uygun, gayet çarpıcı animasyonların filme katkısını yadsımamak lazım. Aristo, Homeros, Strabon ve Cyllius dışında Karekin Deveciyan veya Hakan Kabasakal gibi uzmanların kayıtlarına da başvuruluyor.
Belgeselde lakerdacısından oltacısına, kıyı balıkçısından gözü kara gırgır reisine, çeşitli simalar da var tabii ki, ama konuşurken mevzuyla ne kadar alakasız olduğunu kanıtlayarak kendini rezil edecek bir yetkili, bir bürokrat, bir siyasetçi veya bir bakan ne yazık ki yok.
Delinen yasaklar, kale alınmayan yönetmelikler, elastiki hale gelen uygulamalar ise gırla!
Zengin içerik
Bizans'ta palamut ve orkinoz bolluğu kente damgasını vurmuş, Bizanslılar sikkelerini mevzubahis balıklarla süslemişlerdi. Oysa filmdeki psikanalitik çözümleme Türkiye Cumhuriyetinde denizler sözkonusu olduğunda yine bir baba-oğul ilişkisinden bahsediyor: Bir tarafta otoriteyi temsil eden devlet, bir tarafta edilgen halk, ortaya çıkan doğal olarak sorunlu bir ilişki, sigara yasağında kanıtlandığı gibi!
Balık avcılığında Japonların üretip sonra da kendi sularında kullanımını yasakladığı son teknoloji aletlerin Türkiye denizlerinde serbestçe kullanılabilmesi de şaşırtıcı olmasa gerek!
Balık hallerinde kontrol memurlarının denetim zafiyetinden cezaların caydırıcı olmamasına, balık çiftliklerine yem olmak üzere aşırı derecede avlanan hamsi katliamının sürdürülebilir balıkçılıkla ilgisiz olmasından göç yollarının gırgırlar veya dalyanlar yüzünden tıkanmasına, birçok mevzu belgeselde kısaca da olsa seyircinin bilgisine sunuluyor.
Padişah Abdülhamit'in lüfer yanağı merakını da öğreniyoruz heyecanla seyredilen sürükleyici yapımda, Amerika Birleşik Devletleri'nde bluefish adıyla tanınan lüferin avlanma boyunun 30 santimetreden başladığını da.
Filmin bitmesine yakın Büyükadalı Serço Ekşiyan son senelerde ada insanlarının da, denizinin de değiştiğinden dem vuruyor. Ayasofya'nın altındaki su dehlizlerine bile dalmış olan dalgıç ve doğa aktivisti Serço, boyutu ve ağırlığı her gün büyüyen gırgır ağlarının dipleri nasıl taradığını veya kayalara takılarak denizin dibini nasıl çölleştirdiğini anlatıyor, adanın çevresinden tonlarca ağ kalıntısı toplarken.
Zaten yıllardan beri yasak olmasına rağmen sürdürülen trol avcılığının yanında benzer aksama sahip ama sadece farklı isimle resmileşmiş av tekniklerinin serbest olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla fazlasıyla vahşi, saldırgan, agresif ve hırçın bir avcı, gayet hızlı ve çevik bir yüzücü olup aç kaldığında kendi ırkına bile saldırabilen lüferin işi zorlaştıkça zorlaşıyor.
İktidar denize doldurulacak bir alan, Kurbağalıdere'nin zehirli dokusu dahil çeşitli atıkların boşaltılabileceği sahipsiz ve dipsiz bir kuyu, halk, pikniklerinde artık kendini mahrum etmediği plastik bardak, plastik tabak ve plastik çatal bıçakların, ayrıca küçük boy pet şişelerin atılacağı bir çöplük muamelesi yaptıkça durumun değişme ihtimali de yok gibi duruyor.
Oysa lüfer de İstanbul'un markalarından biri, üstelik tuzlu Ege'nin aksine, Boğaz'ın veya Marmara'nın tatlı sularında yakalanıp yendiği zaman tadına doyum olmadığı malum. Boyuna göre ona defne yaprağı, çinakop, sarıkanat, lüfer ve kofana gibi beş ayrı ad takıp onu geçtiğimiz asırlarda yüceltmiş olsak da günümüzde fiyakamızdan başka hiçbir şeyi düşündüğümüz yok galiba...
Piranha gibi balık
Balık bereketinin Haliç'in girişinde sürdüğü yıllardı. Usta bir balıkçı olan Mehmet kofana akını sırasında Galata Köprüsünün oralarda mütemadiyen oltasına asılıyordu.
Oturur pozisyonda olsa da hızlı davranmak esastı, dolayısıyla denizden çıktığı anda tek bir hamleyle koca balığı tekneye alıp naylon önlüğünün örttüğü bacaklarının arasına sıkıştırdı.
Balığın kafası yukarıda, kuyruğu neredeyse ayaklarının seviyesinde, zokayı kıvrakça kofananın ağzından çıkarmıştı ki bir an boş bulundu; fazla eğildiğinden olsa gerek, balık Mehmet'in burnunu kaptı, bu hadiseden sonra da bir şehir efsanesi olarak adı Kofana Mehmet kaldı.
Görünen o ki o boy balıklar artık buralara uğramayacak ama biz bu gidişle çok daha fazlasını kaptıracağız galiba… (MT/EA)