Karadere'nin Karadeniz'e kavuştuğu balta girmemiş ormanlık bölgenin ucunda sizi en doğal haliyle muhteşem bir kumsal beklemekte. Ama mıntıkayı tamamıyla sahipsiz sanmayın, Volçan Voyvoda'nın üç Osmanlı kadırgasını soyduktan sonra oralara sakladığı hazineyi yüksekten gözleyen bir baykuşu hemen fark edeceksiniz, bir de işleri güçleri içki içmek ve defineden medet ummak olan bazı kıyı korsanlarını.
Fakat tehlike çanları onlar için çalmakta gecikmez, başbakanın kardeşi koruma altındaki bölgeye devasa bir turistik tesis kurmaya hazırlandığından huzurları kaçar.
6. İstanbul Belgesel Günleri Documentarist kapsamında gösterilmiş olan Svetoslav Stoyanov'un yönettiği Karadeniz'in Son Korsanları (The Last Black Sea Pirates) son zamanlarda "hükümet istifa" talebiyle halkı sokaklara dökülmüş Bulgaristan'dan geliyor. Absürtlüğe varan eğlenceli seyirlik beni Boğaz'ın akıntısı ve nemiyle lanetlenmiş Sivri ve Yassı adaların karanlık geçmişlerine götürüyor…
Çocuklar bakir doğayı unutsun
Çok da eski olmayan bir geçmişte İstanbul'da Taksim çevresinde oturan ebeveynler Gezi Parkında, İzmir'de Alsancak-Konak arasında ikamet edenler Fuar alanında, Ankara'da ise Kuğulu, Gençlik ve Güven parklarında çocuklarını açık havanın nimetlerinden yararlansınlar ve tenleri güneş görsün diye gezdirirlerdi. Oysa şu anda dünya çapında çocuklarımıza reva gördüğümüz mekânlar kapalı alışveriş merkezleri ve şayet çalışıyorsa, havalandırmalarından üflenen oksijen (?).
Çoğu şimdiden deniz kıyısını güneş şemsiyesi, şezlong ve oyun parkından ibaret bir tesisler zinciri sanıyordur bile, korsanlık mefhumu ise onlar için Karayip serisi boyunca nedense (?) hafiften efemine tavır takınmış Johnny Depp'te vücut bulan eğlenceli bir fantezi olsa gerek; Osmanlı donanmasının çoğu İtalyan, devşirme korsanlardan oluşturulduğu dönemleri hatırlatmanın bir anlamı da yok zaten.
Dolayısıyla in cin top oynayan bir kumsalda ayak izleri bırakmak veya keçilerin açtığı bir patikada yürümek, kürekli bir kayık veya ahşap bir yelkenliyle bilinmez ufuklara doğru açılmak gelecek nesiller için birer hayal haline geldi.
Göbekli, dövmeli, alkolik ve sabıkalı olsalar bile Karadere'nin son korsanları tam da bu durumdan muzdarip olacaklarını bildiklerinden cennetlerini arsız kapitalizmin pençesinden korumak istiyorlar.
İddialı yapımcı Martichka Bozhilova, senaryo yazarı Vanya Rainova ve editör Petar Marinov'un matrak belgesele katkılarını da unutmamak lazım.
Bizim kafadarlar tüketim toplumunun dayattığı şablonlardan uzak, fiber tekneleriyle istavrit avlamaya, ilkel metotlarla yakaladıkları domuzları sahildeki ateşte pişirerek yemeye devam etmek istiyorlar; metal dedektörle kahve falının işaret ettiği noktaları tespit edip dinamitleyerek define aramanın lanetiyle baş başa olsalar da koruma altındaki 20 bin hektarlık alanda 15 bin kişilik bir ekolojik (?) tatil köyü kurulmasını tasvip etmediklerini cümle aleme duyuruyorlar.
Çürümüş düzen
Ne de olsa sorunlu komşularımızdan rüşvetin alıp yürüdüğü Bulgaristan Avrupa Birliği'nin en şaibeli ve fakir ülkeleri listesinde zirveye oynuyor. Şubat ayında hükümeti istifa ettirmiş olan bıkkın halk şimdi de Mısırlılar gibi tekrar ayaklanıp yeni hükümetin istifasını haykırıyor. Kendilerine "kurumsal" değil de "durumsal" direnişçi diyen Bulgaristanlılar iletişim cihazlarını etkili bir biçimde kullanarak vaziyete uyum sağlamak üzere kısa zamanda organize oluyorlar.
Bir ayı aşkın bir süredir başkent Sofya ve daha birçok şehirde kesintisizce süren protestolar doktor, polis ve hâkimlerin rüşvet almadan iş yapmadığı memleketi çalkalıyor. Devletin mafyatik iş adamlarıyla sıkı işbirliği özellikle yabancı yatırımcıların şevkini kıracak seviyede, ülkedeki adalet eksikliği zaten mide bulandırıyor.
Geçenlerde "Karanlık kulis pazarlıklarının rekoru" olarak yorumlanan Devlet Milli Güvenlik Ajansı DANS'ın başına Delyan Peevski'nin göreve getirildiği oylama iptal edilmek zorunda kalındı, fakat başbakan Plamen Oreharski herkesin dilindeki "Ostavka" (İstifa) çağrılarına istikrarı bozar teranesiyle kulaklarını tıkıyor.
Halk kendini dinî ve resmî otoriteler tarafından aldatılmış hissediyor ve Türkiye'deki gibi yaratıcılığını mizahla harmanlayarak direnişini sürdürüyor; devlet sisteminin ilerlemiş teknolojik ağla şeffaflaştırılması ve katılımcı demokrasiye geçilmesi talep ediliyor; protesto hareketinin belirgin bir liderliğe sahip olmaması şimdilik bir engel gibi görünse de seçim barajı düşürülerek başka partilerin de temsiliyet kazanması isteniyor, ama bu arada da halkın sabrı tükeniyor...
Marmara korsanları
Karadeniz'in Son Korsanlarını izlerken aklıma 80 öncesi Karadeniz'de kaçakçılık yaparken darbeden sonra bir anda gerçek mesleklerine dönüp Marmara'ya dadanan bizim gırgırlar geliyor. Teknolojinin sağladığı avcılık imkânların fütursuzca kullanılmasına izin verildiğinden denizlerimizdeki balıkların günümüzdeki durumu aşikâr, Boğaz'ın girişinde karanlık çökünce herhangi bir ışık yakmadan trole devam edenleri de biliyorum. Çaresizlikten mi bilinmez, Karadeniz'de başka ülkelerin karasularına girdiklerinde güvenlik kuvvetlerinin gazabına uğrayanlar da olmuştu.
Cansız bir sıvıya dönüşmemek için çırpınan Marmara'nın adalarına göz dikilmesi de yeni değil. Ekinlik merkez olmak üzere çevresindeki adalara yönelik açgözlü ilgi bir yana, bir süre öncesine kadar bizim Karadereliler misali Sivriada'yı mesken edinen bazı kişilerle havlayan köpeklerinin itici enerjisi haftasonu yatıya kalan burjuva yatlarının huzurunu kaçırmıştı adeta!
Neyse ki ilgili makamlar gerekli önlemleri alarak geçen gemilere fuhuş imkânı bile tanıdığı rivayet edilen mevzubahis korsanları bertaraf ettiler; yoksa artık adaları bir sürgün yeri veya taş ocağı olarak gören zihniyet değişiyor mu?
Gelgelelim adadaki Bizans kalıntılarına ilaveten, hafızalardan silinmeyen Osmanlı köpek itlafının laneti de baki.
Bilimsel araştırmalar adalı olmayanların klostrofobik durum travmasını atlatabilmeleri için üç nesle ihtiyaç duyulduğunu söylüyor, hele hele bazı deniz canlılarını birer canavar gibi gören kara insanlarının etrafı mütemadiyen kaynayan karanlık sularla çevrili küçücük adalara alışması mümkün olabilecek mi? Üstelik sevimli fok oraları terk edeli çok oldu, Yassıada'ya şato yaptıran İngiliz asilzadesi bile keyfini süremeden gitti…
Doğanın sesini yüzyıllarca dinleyen halkların örneğin Karadeniz'deki Şile'ye, Ege'deki İmroz'a (Gökçeada) veya Marmara'daki Avşa'ya liman yapmamalarındaki isabet bugünkü ucubelerin yersizlik ve yetersizliğiyle kanıtlanmıyor mu?
Birilerinin para kazanması için alelacele gerçekleştirilen doğa yağma ve katliamlarına, akabinde ortaya çıkan atıl tesislere ne zaman son verilecek?
Yoksa bu da iktidar sahiplerinin megalomanisini besleyen, provokasyona yönelik geçici gündem maddelerinden biri mi? Devasa derviş heykeli projesi ne zaman rafa kalktı?
Boğaz akıntısının nispeten daha az aşındırdığı Yassıada'daki askerî rejimi Su Ürünleri Fakültesi fiyaskosu takip etmişti: Adanın üzerindeki malum lanet de kale alınırsa "bağzı" işlerin gerçekleşmesi, gerçekleştiği takdirde de başarılı olma ihtimali zayıf gibi görünüyor… #direnada. (MT/EKN)