Aslında kitabın adını siz de biliyorsunuz: İlya Ehrenburg'un o çok önemli ve her biri iki cilt olan üçlemesi; “Paris Düşerken”, “Fırtına” ve “Dipten Gelen Dalga” kitaplarından nedense sonuncusunun adından esinlenerek bende yarattığı çağrışım nedeniyle Dipten Gelen Darbe, deme gereğini duydum yazının başlığına.
Doğrusu pek dipten de gelmedi mübarek, ayan beyan bir gece vakti önceden de devam ediyordu zati, sanal dünyaya ve de gündemimize düştü darbe girişimi…
Benim darbelerle ilk, ya da sonrasında da, tanışıklığım nedense hep ve en önce, çok sevdiğim kitaplarıma elveda demek zorunda kalışımla ilgili oldu.
12 Mart 1971 darbesi geldiğinde daha yeni yeni, dünya meselelerine ilgi duymaya başlamış ve çiçeği burnunda lise birinci sınıf öğrencisi idim. İki arkadaşımla birlikte harçlıklarımızı biriktirip İstanbul'daki ”May Yayınlarından” ödemeli ve de indirimli olarak çoğunluğu romanlardan oluşan o dönemlerin moda kavramıyla “sosyal içerikli” kitaplar almıştık. Sırayla okuyorduk. Sonra da isteyen arkadaşlara da okumaları için veriyorduk.
İşte 12 Mart geldiğinde ilk evvel bizim o evdeki kitaplar gitti. Sol düşünceye karşı olan tayinle memlekete gelmiş bir astsubay komşumuz ile rahmetli babamın dostluğu vardı. Ailece de görüşürdük. İnsan olarak çok hoş da bir adamdı. Kitapları görünce “Aman Kadri Bey! Bu çocuğa mukayyet ol. Bu kitapları okumasın. Yoksa Komünist olur” demişti. Babam da ne bilsin, Türkçe okuryazar da değildi, tedirgin olmuştu.
Onun kuşağına, solculuğun, komünizmin her zaman eza-bela getireceği ve çok tehlikeli bir mevzu olduğu belletilmişti devlet tarafından. O gece, imece ile arkadaşlarımla aldığımız kitaplar evdeki sobada yakılmış, sonra da babam “ya bu tür kitapları okumaktan vazgeçersin, ya da okuldan” deyivermişti! Uzun süre eve kitap götürememiş, iki yıl boyunca ev dışında, parklarda ya da uygun bulduğum mekânlarda, ders kitapları dışındaki kitapları okuma alışkanlığımı sürdüredurmuştum.
12 Mart darbesi, benim için, şimdi düşündüğümde o ilk kitaplarımın imhasına sebep olan, sonra da Denizlerin idamını gerçekleştirenlerin iktidarıydı.
On yıl sonra bu kez 12 Eylül 1980’i yaşadık. Bizim kuşak açısından kökleri epeyce derinlerde olan ve adeta uzun “kıyım-kıran zamanları” diyebileceğimiz darbe oldu, 12 Eylül darbesi.
Bizim kuşak, 78 kuşağı bana göre 12 Mart kuşağı da diyebileceğimiz 68 kuşağından daha büyük acılarla, daha büyük kayıplar yaşayarak 12 Eylüllü günleri gördü(k). Tabi yine benim kitaplarım evveli emirde gitti.
Darbe günlerinde memleketten uzakta kaymakamdım. Benim o yıllarda kaymakamlık yaptığım şehir, Kayseri'den hava indirme tugayı benim şehrime (Diyarbakır'a) operasyona gönderilmişti. Herkes telaş içinde imiş sonra anlatıldığına göre. “Ev, ev her yer aranacak” demişler. Babam, “uzakta devlet memuru olan oğluma yine kendi kitapları yüzünden zarar gelmesin” diye kitapları üç gün süreyle banyonun sobasında yakmış. Hoş sonra benim kaymakamlık maceram da kitapların gitmesine rağmen kısa sürüp 12 Eylül’ün gadrine uğradı ya! O da ayrı mesele…
Şimdi düşünüyorum da; kitap korkusu üzerine iktidarını bina eden bir ”darbe demokrasisi” nasıl olur da “iyi şeyler” vaat etmeyi ilkesel bir anlayışla savunabilir ki!
Doğrusu 1971’den 2016’ya baktığımda (ya da tersi) aradan neredeyse yarım asır geçmiş, dile kolay. İki askeri darbe gerçekleşmiş 12 Mart ve 12 Eylül. Her iki darbe de o dönemlerin iki kutuplu kapitalist ile sosyalist sistemlerin arasındaki çatışmalı hâl üzerinden vukubulmuştu. Darbeler genellikle Amerika Birleşik Devletleri askeri müttefiki ülkelerde CİA üzerinden askeri emir komuta zinciri çerçevesinde başat olarak emek örgütlenmeleri diyebileceğimiz sol yapılara ve hak ihlallerinin doruğa çıktığı hak-hukukun hayli askıya alındığı bir hâli yansıtan darbelerdi. Doğrusu Türkiye’de hayatlarımıza yön veren her iki darbe de bu minval üzereydi. Her iki darbe sabahında da önce solcuların ve dahi siyaset içinde olan Kürtlerin kapılarına dayanılmıştı sabahın köründe…
O yıllardan bugünlere 15 Temmuz 2015 Darbe Girişimine baktığımda garip, tuhaf ve alışkın olmadığımız bir “yeni hâl” ile karşı karşıyaydık. Darbe girişiminde bulunup da başarısız olanlar da muhatapları da aynı “İslami” örgütlülük geleneğinden geliyorlardı. Tabir yerinde ise ilk kez bir darbe girişimi ve bastırılması hareketliliğinin en azından görünür muhatapları “Kürtler ve solcular” değildi. Ve dahi iktidar erkinin darbe girişiminin bastırılmasından beş gün sonra ilan ettiği üç aylık Olağanüstü Hâl Yönetiminin muhatapları da yine muktedirin beyanına göre; ne solcular ne de Kürt siyasetiydi. Gülse miydik, ağlasa mıydık! Garip ve tuhaf bir duruma delalet ediyordu.
İyisi mi Diyarbakır’da geçmişte yaşamış fıkra gibi bir durumla yazıyı bağlayalım. Kenti bilenler açısından yaklaşık 20 yıl öncesine kadar kentin yeni sebze ve meyve hali Suriçi’nden Urfakapı’daki Yeni Hal binasına taşınmıştı. Minibüsler Suriçindeki iki durak noktasından biri olan Balıkçılarbaşından şehrin diğer noktalarına doğru yolcu taşıyorlar(dı). Balıkçılarbaşı’ndan Urfakapı’ya kadar olan yol çok uzun olmamakla birlikte Melikahmet caddesinin nüfus yoğunluğu nedeniyle şoför dur-kalk’larla sürekli yolcu alınca minibüs yolcu istiap haddini hayli aşmış. Koridor tarafında oturan yolculardan bir yaşlıca kadın ayaktaki yolculardan nerdeyse kucağına düşecek olandan da rahatsız bir şekilde bağırır şoföre “Oğul nefes alamıyoruz, bu ne hal!”. Minibüs o anda tam da Urfakapıdan Sur dışına çıkmış hal binasının önüne varmıştır. Şoför anında basar cevabı; “Abla, yeni hal…” diye.
Evet, yeni halimiz vatana millete hayırlı olsun. Her defasında “susun ve sadece bizim sesimizi dinleyin” diyen tek seslilere ve darbe çağrıcılarına ve dahi darbecilere inat; savaşlara, darbe çağrılarına ve şiddete boyun eğmeye karşı; darbelere hatta darbe girişimlerine değil halkların özgürlüğünün sesine kulak vermek gerektiğini dillendirmenin bu vesileyle bir kez daha zamanıdır diyorum… (ŞD/HK)
Fotoğraf: Hikmet Faruk Başer - İstanbul/AA