Dilbilim alanındaki çalışmalarıyla tanınan David Crystal, “Dillerin Katli – Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür” adlı kitabında dilin ölümünü kastederek “Neden umursamalıyız?” sorusunu sorar. Her ne kadar kitabın başlığı bu soruya cevap verse de kitabında Crystal, “Çünkü” ile başlayan cümlelerle “…çeşitliliğe muhtacız”, “… dil kimliği ifade eder”, “…diller tarih ambarıdır”, “…diller insanlığın toplam bilgisinin bir parçasıdır”, “…diller başlı başına ilgi kaynağıdır” cevaplarını sıralar. Yine C. Ouchinski, dilbilim tarihinin en ilginç makalelerinden olan “Anadilinde Düşünmek” adlı makalesinde “Dil, halkın geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki nesillerini canlı bir tarih bütünlüğü hâlinde birbirine bağlayan en canlı, en zengin ve en sağlam bir araçtır. Dil, halkın sadece gerçeğini ifade etmez, bu gerçeğin ta kendisidir. Halkın dili kaybolunca, halkın kendisi de artık yoktur” der.
Anadiline ilişkin bu değerlendirmelerden şüphesiz 21 Şubat Dünya Anadili Günü’ne kaynaklık eden Bengaliler de haberdardı. Tarihsel toprakları Hindistan ve Pakistan arasında parçalanan Bengal halkı, Pakistan’da 1950 yılında Ali Cinnah yönetiminin Bengal dili ve alfabesini yasaklaması üzerine gösterdiği ilk tepki, “Bengal Dil Hareketi”ni kurmak olmuştu. Dil hareketi üyesi Dakka Üniversitesi öğrencilerinin anadili için gösterdikleri direniş, 21 Şubat 1952 yılında Pakistan yönetimi tarafından silahlı saldırıya uğramış ve birçok öğrenci katledilmişti. Tabii 1956 yılına gelindiğinde Bengalilerin direnişi sonucunda Pakistan’da, Bengalce ikinci resmi dil olurken sonraki yıllarda Bangledeş bağımsızlığına kavuştu. Bengal halkının anadili üzerinden büyüyen mücadelesi sonucunda Bangledeş’te 21 Şubat “Dil Şehitleri Günü” olarak kutlanırken UNESCO da kayıtsız kalmamış ve 1999 yılında alınan kararla 21 Şubat, Uluslararası Anadili Günü olarak kabul edilmiştir.
Diller kaybolurken dilbilimciler nerede?
21 Şubat Dünya Anadili Günü vesilesiyle oluşan farkındalıkla birlikte UNESCO da dillere ilişkin yakın zamanda birçok çalışma yayınladı. UNESCO’nun yayınladığı “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre Türkiye’de konuşulan dillerden Kapadokya Yunancası, Mlahso ve Ubihça gibi diller tamamen yok olurken içinde Zazacanın da bulunduğu Çerkezce, Lazca, Hemşince, Abazaca vb. dahil toplam 18 dil de kaybolma tehlikesi yaşıyor. Bunun yanında Siirt’in Pervari ilçesinde çok az kişi tarafından konuşulan Hertevince de her an yokolma riski taşıyor. Bu acı tabloya gören hangi dilbilimci C. Ouchinski gibi “…dili kaybolur kaybolmaz, halk da ölür ve bir tek kişinin katli karşısında ürperen insan ruhu, acaba Tanrı'nın yarattıklarının yeryüzündeki en büyüğü olan bir halkın, yüzyılların eseri olan tarihsel kişiliğine yapılan saldırıya tanık olunca ne hissedecektir” sorusunu sormaz ki!
Özellikle Türkiyeli dilbilimcilerinin bu veriler karşısındaki sessizliğini anlamak mümkün değil. Oysa dilin ulusal varlık ve insanlığın kültürel mirasındaki önemini kavramış, “Bir lisan bir insan” sözünün idrakine varmış bir dilbilimcinin suskun kalması mümkün değildir. Tabii bu durum, biraz da dilbilimcilerin yaşadığı ülkelerin politikalarıyla da ilgilidir. Peki, bir dilbilimci, dilleri; katı ulus-devlet sistemlerinin tekçi anlayışına kurban etmeyecek cesareti neden göstermesin ki? Dolayısıyla dillerin katledilmesinde dilbilimcilerin tutumları da etkili olmalı ki Crystal kitabının bir bölümünde “Dilbilimcinin Rolü”nü sorgulayıp dilbilimcinin bu konuda bir motivasyonla çalışıp dillere ilişkin dokümantasyon çalışmasına işaret ederek dilbilimcilerin tıpkı doktorların hastalarının fizyolojik sağlıklarını korumayı amaç edinmeleri gibi dilbilimcilerin de bu dilleri korumayı amaç edinmeleri ve onların geleceklerini düşünmeleri gerektiği üzerinde durur.
UNESCO’nun kültürel miras sözleşmesi
Türkiye’nin kadim dilleri üzerindeki tehdidin ortadan kaldırılması için her ne kadar öncelikle anadilinde eğitimin önündeki anayasal engellerin kaldırılıp dillerin anayasal ve yasal güvenceye alınması önemliyse de eğer dillerle kavgalı anlayış terk edilirse dillerin korunması ve yaşatılması için başka adımlar da atılabilir. Bu anlamda UNESCO’nun 29 Eylül – 17 Ekim 2003 tarihlerinde Paris’te gerçekleştirdiği 32. Genel Kurulu’nda kabul ettiği “Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi” dikkate alınabilir. Çünkü Türkiye de Sözleşme’nin 19 Ocak 2006 yılında TBMM’de kabul edilip sonra Resmi Gazete’de yayınlamasıyla bu Sözleşme’ye taraf olmuştur. Sözleşme’de “Somut Olmayan Kültürel Miras” alanları olarak ritüel, şölen, el sanatları geleneği, gösteri sanatları, sözlü anlatımların belirlenmesinin dışında kültürel mirasın taşıyıcı işlevi gören anadili temel alınmıştır. Sözleşme’nin amacı da kültürel mirası korumak, bu mirasa saygı duyulmasını sağlamak, kültürel mirasın önemi konusunda duyarlılık geliştirmek olarak belirlenmiştir.
Bunun yanında UNESCO tarafından Sözleşme’nin 11. Maddesinde “Taraf Devletlerin Rolü” belirlenirken taraf devletlerin kendi toprakları üzerinde yaşayan somut olmayan kültürel mirasın korunup güvenceye altına alınması için önlemler almakla yükümlü olduğu ifade ediliyor. Biz buradaki “koruma” ve “güvence” kavramlarından; anadilin eğitim sisteminde yer almasını, envanterininçıkarılıp kayıt altına alınmasını ve anayasal güvence ile bir statüye kavuşturulmasını anlayabiliriz. Özellikle UNESCO’nun bir dilin ne derecede tehlike altında olduğunu belirlemek için kullandığı dokuz ölçütten “Dilin kuşaktan kuşağa aktarılması”, “Dilin öğrenilmesi, o dilde okuma yazma öğrenilmesi için gerekli materyallerin varlığı” ve “Devletlerin ve kurumların tutum ve politikaları” gibi ölçütleri düşünecek olursak, özellikle Türkiye’de dilbilimcilerin bu konuda duyarlılık göstermesi gerekmektedir.
Anadilinde eğitim şart
Dile ilişkin tüm değerlendirmelerimiz bizi sürekli anadilin korunması ve güvenceye kavuşturulması noktasına getirmektedir. UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova’nın da 21 Şubat dolayısıyla “Nitelikli eğitim, öğretim dilleri ve öğrenim çıktıları” temasıyla yayınladığı mesajındaki “UNESCO anadilin ve yerel dillerin büyük bilgelik birikimleri olan yerli kültürlerin ve bilginin korunması ve paylaşılması kanalları olarak öneminin altını çizmektedir.” vurgusu da bunun üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla anadili konusunda hareket noktamız netleşmektedir. Buna göre anadili için yapılması gereken temel iki şey var: Bir, anayasal güvence. İki, anadilinde eğitim.
Buradan hareketle objektifimizi Türkiye’deki dillere ve devletin dil politikasına çevirmemiz gerekir. Bilindiği üzere Türkiye’nin üzerinde kurulduğu Anadolu ve Kürdistan toprakları, bağrında birçok kadim dili barındırmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra özellikle 1924 Anayasasının 88. Maddesindeki “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” ifadesi onlarca yıl süren inkar, imha ve asimilasyon politikalarının adeta formüle edilmiş hali oldu. Bu ruh, 12 Eylül 1982 Anayasasında daha da gelişerek dilleri tamamen yasaklarken 1924’ün 88. Maddesi, 1982 Anayasasının 66. Maddesindeki “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ifadesiyle yaşamaya devam etmiştir. Aynı şekilde 1982 Anayasasının Eğitim ve öğretimi düzenleyen 42. Maddesi de “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” diyerek anadilini okullarda yasaklamıştır.
Diller kamusal alana girmeli
Bugün şunu kabul etmek gerekir ki Türkiye’de anadiline ilişkin sorunsallar denince ilk akla gelen dil Kürtçedir (Kurmancca, Zazaca). Çünkü Cumhuriyet tarihinin inkar, imha ve asimilasyon politikalarına karşı direnen en örgütlü toplum Kürtler oldu. Kürtlerin anadili mücadelesi beraberinde monolotik bir toplum inşa etmeyi amaçlayan sistemi sarsmayı başarmış ve 1991 yılından itibaren aşama aşama dile ilişkin bir değişim olagelmiştir. Kürtlerin Kürtçedeki ısrarı beraberinde devleti adım atmaya zorladığı her anda Lazca, Çerkezce ve Arapça başta olmak üzere diğer dillere ilişkin de adımların atılmasını sağlamıştır. Gelinen aşamada Kürtlerin örgütlü gücü en nihayetinde; Kürtçe anadilinde eğitim ve anadilin anayasal güvenceye alınması gibi talepleri zorlarken bu aynı zamanda diğer diller için de talep edilmektedir.
Bu bağlamda Eylül 2012 yılında eğitim müfredatına dahil edilen “seçmeli dersler” üzerinde durmak gerekir. Her ne kadar devletin dile ilişkin anlayışından destekle okul idarecileri öğrencileri belli derslere yönlendirse de bugün okulların 5, 6, 7 ve 8. sınıflarında başta Kürtçe (Kurmancca, Zazaca) olmak üzere diğer diller de seçmeli ders olarak verilmektedir. Öncelikle hiçbir halka kendi toprağında kendi dilinin “seçmeli” olarak verilmesinin yeterli olmadığını belirtelim. Tabii beri tarafta ilerleyen oto-asimilasyon düşünüldüğünde diğer dillerin bir şekilde mutlaka kamusal alana girmesi ve burada gelişmesi gerekiyor. Çünkü bir dil sistemde yer almadıkça zaman içerisinde zayıflamaktadır. Dolayısıyla bir dil okulda yer almadığı zaman Britanyalı eğitim danışmanı Clinton Robinson’un da dediği gibi “Anadilleri dışında eğitim gören çocuklar iki mesaj alıyor: Bir, entelektüel olarak başarılı olmak istiyorlarsa bu, anadillerini kullanmadan olacak. İki, anadilleri işe yaramaz.”
Dilbilimcilerin suskunluğu
Sonuç olarak Türkiye’de inkar ve asimilasyon politikalarının sona ermediğini; 1982 Anayasası, Milli Eğitim Temel Kanunu ve Yükseköğretim Kanunu gibi anayasa ve yasal metinleri inceleyen herkes görebilir. Bunun yanında bir halkın geçmişten bu yana onu ritüeller, gelenekler, sözcükler, anlatılar üzerinden bugüne taşıyıp çeşitli nedenlerle geleceğe aktarmaya ihtiyaç duyduğu dillerin kaybolmasının nasıl bir “insan katli” olduğunu da en çok dilbilimciler bilebilir. Bu sebeple de Türkiye’de tehlike altında olan dillerin korunması ve geliştirilmesi noktasında özellikle dilbilimciler sorumluluk altındadır. Dilbilimci olmak kendini odasına kapatıp birkaç İngilizce lengüistik metin okumak, sınıflarda öğrencilere bilgi yığını anlatmak değildir. Çünkü dillerin katledilmesi en başta dilbilimsel bir sorundur.
Geldiğimiz aşamada Türkiye’de göz göre göre diller ölürken bazılarının daha dokümantasyon çalışmaları bile ortada yok. Dolayısıyla 21 Şubat Dünya Anadili Günü’nün kutlandığı şu saatlerde Türkiyeli dilbilimcilerinin suskunluğu, onları dillerin katledilmesine ortak yapmaktadır. Oysa Türkiye’deki dil politikalarına karşı dilbilimciler, bir deklarasyon ile ortak tutum sergileyebilirler. Dil konusundaki politik tutum, aynı zamanda özgür bir ruhla dilbilimsel çalışmaların da önünü açabilir.
Bugün dünyaca ünlü dilbilimci Noam Chomsky, dilbilimde açtığı yeni pencerelerin yanında başta Kürtler olmak üzere daima hak gaspına uğrayan halkların yanında durmuştur. Çünkü siz bir dili öldürdüğünüzde bir halkı öldürmüş olursunuz. Bu nedenle de “Türkiye’de Türkçe dışındaki dillere karşı ağır bir asimilasyon ve inkar politikasının yürütülüp bugün de bunun anayasa ve yasalarda devam ettiğini düşündüğümüzde, buna bir dilbilimcinin ses çıkarmaması Türkiye’de dilbilimin olmadığını mı gösterir yoksa dilbilimcilerinin korkaklığını mı” sorusunu sorma hakkımız her zaman olacaktır. (İG/HK)