Dilimiz! O içine doğduğumuz evrenimiz. Çıplaklığımızı örten anlam giysimiz. Dünyayı bize gösteren ışığımız. Sonsuzluğu çözünür kılan turnusol kağıdımız. Dilimiz; dünyamız, özgürlüğümüz, hapishanemiz, cennetimiz, cehennemimiz, maneviyatımız, benliğimiz, anlam oksijenimiz.
Ne gördüklerimiz ne de düşündüklerimiz aynı. Yalan içinde yaşıyoruz. Kader mi, şüphesiz değil. Kavramları açık ve seçik hale getirmedikçe güvenli bir alanda yaşamak imkanımız yok. Dünya/mız adını verdiğimiz hanemiz çatısız. Renkleri birbirine yabancı. İçindeki biz ise eğreti bir yolcu. Fırlatılıp atıldığımız bu dünyanın yabancısıyız. Dil, hiçbir ilişkimiz olmayan bu dünya ile iletişimizi sağlayan tercüman. O nedenle ‘dilimiz’ de ‘dünyamız’ da bize yabancı.
Aristoteles, “İnsanlar, doğaları gereği bilmek isterler, bilmeyi arzularlar.” diyor. Arzu, insanın etik ya da kültürel varlığını aşan canlılığına dair bir istek. Bir tür libido. Diğer deyişle yaşama isteği. Tutku da denebilir. Güvene ihtiyacımız var hem canlı hem de etik bir varlık olarak. Bilmek, her canlı gibi insan yavrusunun güven duygusu için temel ihtiyaç.
Dilimiz, o hem ana kucağı hem de hapishanemiz. Dilimizle örüyoruz anlam dünyamızı. Örüyoruz, doğru değil, daha doğrusu eksik. Örülmüş bir dünya içine doğuyoruz. Hazır buluyoruz. Başı sonu belli, neyi nasıl kavradığı belli bir anlam dünyasına doğuyoruz. Ama bizim değil. İçindeyiz ama içimizde değil anlamları. Ne kavramlar ne normlar! Toplamı olan hayat giydirilmiş bize. Kendi rengine boyamış. Üzerimize örtülen o kumaşı alıp kendimize göre biçmek, işte o bizim elimizde. Felsefe de makasımız. Mantık da mezuramız. Aklımızla duygularımızı harmanlayan ruhumuz da kılavuzumuz.
Hisler gerçek, düşüncelerse soyut. Hislerimiz bizim, düşüncelerimiz, genellikle başkalarına aittir, öznesi biz değilizdir. Sıklıkla mağazalardan alır giyeriz. Ruhun rehberliği, mağazalardan alıp giyindiğimiz düşünceleri duygulara vurarak, deyim yerindeyse çarpıştırarak kendimiz kılar. Hanemiz, kavramları kendimiz kıldıkça rengimizi alır. Her noktası biz kokar. Bize içkinleşir. Biz de ona. Hayat, bu içkinlikteki özdeşliğin gebeliğinden doğar ve canlıdır.
Hadi, hanemizi kuran kavramlara bakalım. Nasıl bir örgü içinde yaşıyoruz? Hangi kavramlar hangileriyle bir arada? Ya bunları birleştirenler? Sahi onlar hangileri? Yan yana gelip beni umutlandıranlar? Ya oradan görünüp yaşama sevincimin ruhumdan kayıp gitmesine neden olanlar? Bu güçleri nereden geliyor?
Kavramları soyalım. Onları temizleyelim. Üzerlerine yapışan kirlerden, tahriflerden, makyajlardan, janjanlı ambalajlarından arındıralım. Kullanılmış havluyu yüzümüze sürünce ruhumuzu bulandıran, midemizi kaldıran o yabancısı olduğumuz, tanımadığımız kokudan kurtulalım. Kavram temizliğine girişelim. Serin suyu yüzümüze çırpıp kendimize gelince, biz kokan yumuşacık pamuklu havluyu alıp kurulayalım yüzümüzü. Sakınmasızca kullanabilelim. Böylece anlam sağlığımızı iyileştirelim.
İrademiz, kavramları kirinden, pasından ayırıp temizler. Böylece ruhsal (duygusal, zihinsel ve manevi) sağlığımızı koruruz. Bu, algılamamızı, kavramamızı, yargılamamızı, şüphesiz davranışlarımızı ve bunların türevi hayatımızı ya da bilincimizi belirler. Bilincimize rengini veren kavramlardır. O kavramlardan örülü dilimizdir. Dilimizi kendi anlam evrenimize tercüme ettiğimiz ölçüde dünya, dışımızda ‘öteki’ olmaktan çıkar. Dünyaya katılır, dünyayla birleşir, dünyanın bir parçasına dönüşür, dünyalılaşırız: etik bir varlık kategorisi olan kişi evreninin öznesine dönüşürüz.
Felsefi İletişim, kavram temizliği yaparak hanemizi ya da mana dünyamızı sağaltır. Hakikatle bağımızı, içinde biz olacak şekilde kurmak imkanı verir. Hanemizi, kendi kokumuzla, rengimizle bizleştirir, anlam sağlığımızı iyileştirir. (MVB/AS)