Günün sorusu, ayrımcılık karşıtlarının eylemleri eşitsiz midir? Mantıksız ve temelsiz bir soruyla başladım söze. Tercihim bilinçlidir. Soru temelsiz olsa bile zihinlere atacağı çentik doğru sorgulamalara götürür. Çünkü soru işaretleri tohum gibidir kıymetini bilene. Ben o soru işaretlerinden yeni sorular üretmeyi, o sorulardan da doğru yöne odaklanmaya çalışmayı severim. Soru nerede dersek de çok aramaya gerek yok. Hayatta her karşılaşılan şeyin içindedir, bulabilene...
Mesela ayrımcılık karşıtları ve ayrımcılık karşıtı çalışmalar tonlarca soruya neden oldu zihnimde. Önce sorumun temelsizliği ile başlayayım. Mutlak bir eşitliğe hele hele şu dünyada ulaşmak mümkün değildir. O nedenle ayrımcılık olacaktır ve ayrımcılık varsa zaten eşitsizlik vardır. Peki ayrımcılığın önem sırası neye göre belirleniyor? Ben çoğu zaman ütopik ve duygusal bir yaklaşımla her türlü ayrımcılığın karşısına eylemsel olarak, en azından sözel olarak duruyorum. Tam bir yeterlilik mümkün değil nesnel koşulları düşündüğümüzde. Bunun asgarisinin bile uygulanmaması, belli ayrımcılıklara tepki verilip belli ayrımcılıkların gündemde bile olmaması sorgulanmaya muhtaç bir durum değil mi?
Mesela 2 Ağustos Çingene kırımının yıldönümünde Twitter’da birisi haklı olarak soruyor. Hitler’in katlettiği Yahudiler anılırken Çingeneler niye unutuluyor? Bu soru bana tanıdık geliyor. Hitler’in Yahudi soykırımı yaptığı biliniyor. Komünistleri katlettiği de biliniyor. Ya engelliler ve Çingeneler? Haklarında kaç tane sinema filmi yapıldı? Kaç kitap yazıldı? Kaç anma yapılıyor? Burada amacımın acı yarıştırmak olmadığı anlaşılır çünkü o acıların tümünü sahipleniyorum. Sadece bazı tarihçilerin bile Çingene ve engelli kırımını yeterince bilmediklerini söylemeleri garibime gidiyor. Aslında şuraya gelmek istiyorum; duyarlılıklarımızı belirleyen şey olayın bilinilirliği mi, olayın muhatabının örgütlülüğü mü, yoksa ayrımcılığın ve katliamın bile popüler olanını seçtiğimiz için mi, farkında olmadan? Çünkü bu konuda biraz tembel ve hazıra konmayı sever olduğumuz gerçekliğiyle yüzleşmemiz gerekiyor.
Kim kendi sesini daha yüksek çıkarıyorsa ve politika belirleyebiliyorsa onun uğradığı ayrımcılığa karşı hassasiyet daha gelişkin oluyor. Bu işin doğası gereği belki. Fakat bunun dezavantajı da sesini çıkarmayan ya da yeterince doğru noktadan ses verme örgütlülüğüne sahip olmayan kesimlerin taleplerinin gölgede kalması.
Mesela dünyada ırkçılık karşıtı gelişen mücadele ve ırkçılığın acı deneyimleri, dilde ırkçı söylemleri kullanmamayı öğretti. Dişe diş gelişen kadın mücadelesi cinsiyetçi ifadelerin paslanmaya terk edilmesini sağladı büyük oranda. LGBTQ+ mücadelesi sayesinde nefret medyası dışında fobik ifadeler kullanılmıyor. Sağlamcılık karşısında biz aynı başarıyı elde edemedik. Engelli hareketi alanında sağlamcılık ile yeterince yüzleşilememesi, örgütsüz olunması ve kanıksanmış sağlamcılığın benimsenmesi nedeniyle anti sağlamcı bir dil gelişmekte zorlanıyoruz.
Perşembe günü Gökçer Tahincioğlu’nun Eskişehir saldırganıyla ilgili yazısında “körlük” duyarsızlık anlamında kullanılmış. Yani sağlamcı ifadeleri kullanıp da “ben yan anlamını kullandım, benzetme yaptım” gibi bahanelere yol açabilecek bir kullanım. Çok sevdiğim duayen bir gazeteci olduğu için kendisine bu düşüncemi yazdım. Yanıt geldi mi bilmiyorum. Çünkü sonra bu yazı için bilgisayar başına geçtim. Yanıtın ne olacağı bireysel olarak önemli değil. Bireysel olarak o ifade de benim körlüğüme gelebilirdi :)
Ama önemli olan dilimizi sağlamcılıktan arındırmak. Bu tür uyarıları yaptığımız bazı köşe yazarı dostlarımız bizi “olayı çarpıtmakla, iktidara yönelik eleştirilerini gölgelemekle, kompleksli olmakla” suçladılar. Bu da sağlamcı kibri ve cehaletinden kaynaklıydı. Ben olsam dinlerdim karşımdakini. Bugün en temel haklarımızdan olan sağlamcı dilden arınmış makaleler okuma hakkımızı muhataplarına anlatamadık çoğu zaman. Oysa muhataplarımız yabancı değil, çoğu konuda aynı noktada durduğumuz dostlarımızdı.
LGBTQ+ hareketi gibi, kadın hareketi gibi kendi rüzgarımızla yön vermeyi başarabilseydik anlatmamıza da gerek kalmazdı. Hatta onlar bizim yerimize de anlatırdı. Oysa bugün dinlemeye gerek duymuyorlar çoğu zaman. “Deyim, atasözü, benzetme” deyip geçiyorlar. Oysa o “deyim, atasözü ve benzetmeler” başka ötekileştirilen kesimler için kullanılmıyor. Kullanılmasın da zaten. Bazen de dinlemeyi öğrenelim mesela.
Kendini ifade gücü diğer kesimler kadar güçlü olmayan ötekileştirilenlerin de söylediğini dinleyelim. Belki karşılıklı birbirimizi güçlendiririz. Belki ayrımcı benzetme ve söylemler olmadan da yazılabildiğini fark ederiz.
Medya sağlamcı dili yenmekte çok önemli bir araç bence. Önce medya mensupları dinlemeli söylediklerimizi. Onların yönlendirme gücü hiç de azımsanmayacak noktada. Sonrasında yavaş yavaş gündelik hayatımızdan da çıktığını fark ederiz sağlamcı söylemlerin. Bir ayrımcılığı da hep beraber hak ettiği yere göndermiş oluruz. Sizce de güzel olmaz mı?
(BS/AS)