Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu’nun düzenlediği Tiyatro Festivali’nde canlı kitap atölyesi yürüten ekip, çocuklara Küçük Prens masalını Kürtçe okuyacaklardı. Kürtçe eğitim veren Ferzad Kemanger İlkokulu’na gitmiştik. Çocuklar mizansen eşliğinde anlatılan masalı pür dikkat dinlemiş, alkışlar ve kahkahalarla tepki vermiş, hatta masal biterken daha final cümlesini beklemeden ayağa kalkıp alkışlamaya başlamışlardı. Nasıl da özendim. Ardından Aram Tigran’ın Kürtçe “Zimanê Kurdî” şarkısıyla çalınan zil sesiyle cıvıl cıvıl çocuklar teneffüse çıktı. Tam ayrılacakken, 5 yaşlarında çok güzel bir kız çocuğu bana sarılınca dayanamayıp, “Ne kadar tatlısın sen” deyince birden hayretle yüzüme bakıp, elini iki yana sallayarak “Naa, em li vir bi Tirkî napeyivin. axaftina bi Tirkî li vir qedexe ye” (Hayırr, biz Türkçe konuşmuyoruz. Burada Türkçe konuşmak yasak) demişti. Çok utanmıştım. Minicik, sevimli çocuk bana dersimi vermişti. Yabancı gibi hissetmiştim kendimi. Öyle ya en iyi İngilizce, derslerde Türkçe konuşulmadığında öğreniliyordu. Üzülmüştüm ama umudum artmıştı. En azından artık anadillerini öğrenip sahip çıkacak, yazıp, çizecek yeni bir nesil yetişiyordu.
Bu başıma ilk kez gelmiyordu. Demokratik Toplum Kongresi’nin yapmış olduğu basın açıklamasında konuşmasını Türkçe yapan siyasi parti temsilcilerinden notları almaya çalışırken, sıra DTK Eş Sözcüsü Selma Irmak’a gelmişti. Irmak Kürtçe konuşunca, tıpkı Meclis TV’de Kürtçe yapılan konuşmalar sırasında işaret diliyle konuşan spiker gibi durmuştum ben de.
Önceden de çok çekmiştim bu dil meselesinden. Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargı muhabirliği yaptığım dönemde Yönetmen Kazım Öz’ün ‘toprak’ anlamına gelen ‘Ax’ filmi hakkında dava açılmıştı. Davanın duruşmasında mahkeme salonunda gösterilen filmi hakimlerle birlikte basın mensupları da izlemişti. Hakim ve savcı bu bilmedikleri dille yapılan filmi incelemişti. Duruşmanın ardından telefonla haberi yazdıran Milliyet Gazetesi muhabiri, gırtlaktan gelen “h” harfiyle okunan x’i yazıldığı gibi okumuş “Duruşmada Aks filmi gösterildi” demişti. Önce biraz gülüp, durumla eğlenerek, konuşamadığım ama anladığım Kürtçemle olaya müdahale ettim. İstediğim kadar uğraşayım yine de o harf çıkamadı bir türlü ama olsun, o gün kendimle gurur duymuştum.
Yine Türkçe bilmeyen PKK davasından tutuklu Fatma Tokmak’ın duruşmasında görevlendirilen Kürtçe tercüman, kadının söylediklerini tam olarak çevirememişti. İçim içimi yemişti. Şöyle şairane bir Kürtçeyle olaya el atıp, düzeltme yapmak için neler vermezdim. Ancak anladığım ama konuşamadığım Kürtçemle ne kadar müdahil olabilirdim ki? Üstelik hakimden azar işitip dışarı çıkartılabilirdim. Yıllar sonra Diyarbakır’daki KCK duruşmalarında Kürtçe savunma yapan siyasetçilerin konuştukları sırada mikrofonların kısıldığını ve “sanık bilinmeyen bir dille konuştu” şeklindeki ifadenin tutanaklara geçmesine de tanık olmuştuk.
Bunlar olurken bir yandan devlet tarafından TRT 6 adında bir kanal açılmış, Kürtçe yayın yapılıyordu. TRT 6, 60 Kürtçe kelimeyi Roj TV kullandığı için yasaklamıştı. Kürtçede başka alternatifi olmayan bu kelimelerin yerine mecburen Türkçe kelimeler kullanılmış, ortaya karışık bir şey çıkmıştı. Kaç tane Kürtçe vardı. Bu devletin Kürtçesinin grameri ve alfabesi farklı mıydı? Bu ne yaman çelişkiydi?
Yine okullarda Kürtçenin seçmeli ders olarak verilmesine karar verildi. Ancak sınıf açılabilmesi için en az 10 öğrencinin olması ve öğretmen atamasının yapılmaması yine durumun makyajdan öteye gitmediğini gösteriyordu. Yine de devletimiz yaptığı dil reformuyla gurur duyuyordu. Çünkü artık Kürtçe ağıt yakmak serbestti.
Yine benim Kürtçeyle olan imtihanıma dönersek; Diyarbakır gibi bir yerde toplantılarını ve tüm faaliyetlerini Kürt diliyle yapan kültür biriminde çalışan biri olarak, dili bilmediğim için hakikatten işim çok zor. Konuşulan şeyleri önce kafamda Türkçeye çevirip, sonra yazmaya çalışmak işimi iki kat zorlaştırıyor. Ve Kürtçe yapılan her faaliyetten sonra başıma ağrılar giriyor. Buna rağmen “Haberleri neden Kürtçe yazmıyorsun?” diye aldığım eleştiriler de cabası.
Özellikle Türkçe yanıt vermeme rağmen ısrarla Kürtçe konuşarak beni ezmeye çalışan sevgili Kürt edebiyatçılarımızla da -ki ben onlara ‘dil âlimleri’ diyorum saygım sonsuz- başım dertte (bkz. Şêxmûs Sefer. “İyi misin?” diye sorduğumda, ‘misîn’ Kürtçe’de ‘ibrik’ anlamına geliyor’ diyecek kadar ileri giden şahsiyet) Elbette onlara İstanbul’da, anadilim olmayan ve evinde Kürtçe konuşulmayan bir ortamda büyüdüğümü oturup tek tek anlatamam. Biriyle görüştüğümde hal hatır safhasından sonra mecburen konuşmayı Türkçeye evirtmek zorunda kalmam benim suçum değil. Hele o güzelim sohbetleri anlayıp, sadece kafayı sallayarak dinlemek zorunda kaldıktan sonra olay mahallini hemen terk etmek zorunda kalmak en kötüsü.
Öğrenmek için çok çaba sarf ettim. Kaç kez ders aldım (bkz: Dilawer Zeraq, Murat Gundikî) ama sanırım ya ben mankafayım ya da bu dil gerçekten zor. Eril, dişil, zamanlar, çekimler, bükümler… Konuşulduğunda anlayacak safhadayım ama “okuması var yazması yok” gibi eksik kalıyor. Üstelik “anlayıp da konuşamayanların” da dili bilmeyenler kategorisinde değerlendirildiğini duyunca iyice yıkılmıştım. Öyle başkaları gibi “Ama ben Zazayım” diyerek sıvışanlardan da değilim. Bir tarafım Zaza olsa da Zazakî’yi de bilmiyorum. Mesele konuşmaya gelince maalesef lâl oluyorum. Telaffuzumdan dolayı gülüneceğinden midir bilinmez ama bir cızırtı oluyor, temassızlık söz konusu sanırım, sonra bağlantı kopuyor. Umarım bu arızayı yakın zamanda gideririm, çok umudum olmasa da…
Kendimden vazgeçtim artık. Şimdi ise Diyarbakır Kayapınar’da Kürtçe eğitim veren Dibistana Seretayî ya Ali Erel kapatıldı. Valilikten gelen yetkililer, okulun “Kürtçe ilkokul işlevi” gördüğü gerekçesiyle kapıya mühür vurarak, kapatmayı Dünya Anadil Günü haftasına denk getirmeyi de başarmış oldular.
Hiç değilse o çocuklar kendi ana dillerinde bu halkın tarihini yazacak, edebiyatını yapacak, benim gibi ‘ucube’ bir Kürt olarak hayatlarına devam etmeyeceklerdi.
21 Şubat Dünya Anadil Günü kutlu olsun. (BD/HK)