Dilin ve anadilin gündelik yaşamda, özellikle sağlık hizmeti sırasındaki anlamını iyi düşünmek mevcut sorunları çok iyi görmek ve bu konuda yapılması gerekenleri somut olarak ortaya koymak ve gerçekleştirmek gerekiyor.
Neredeyse on yıldır bu konuyu özellikle "sağlık hizmeti bağlamı"nda ortaya koymaya çalışıyorum. Bu konuda yaşanan çeşitli gelişmeler ve somut uygulama örnekleri sevindirse de yapılan ve yaşanan "yanlışlıklar, eksiklikler, yetersizlikler ve duyarsızlıklar" aslında hem toplum sağlığı, hem de sağlık hizmetini olumsuz etkiliyor.
Yukarıda söz ettiğim etkinlik de bu "olumlu" örneklerden birisini oluşturuyor.
Etkinliğin konuşmacıları arasında yer alan Psikiyatri Uzmanı Saffet Murat Tuna "bilinç taşıyıcısı olarak dil"den söz etti; kendisine ve bize kafamızın açılması için yanıtlanması gereken pek çok soru sordu. O sorulardan pek çoğunun doğru yanıtlanması için çok daha fazla konuşulması gerekiyor
Gazeteci yazar Sezai Sarıoğlu ise pek çok ünlü şair ve yazardan verdiği örneklerle dilin kültürü nasıl yarattığını, sonraki nesillere ve başka kültürlere nasıl taşıdığını anlattı. Kültür insan topluluklarının varoluş hali. Dolayısıyla varlığımızı borçlu olduğumuz en önemli unsurlardan birisi.
Edebiyat öğretmeni ve dilci Maruf Korkmaz da asıl olarak "UNESCO"nun "tehlike altındaki diller"le ilgili raporunu sundu; yiten dillerden ve dillerin varolması için yapılması ve yerine getirilmesi gerekenleri anlattı. Onun sözlerine "hak temelli bakış açısı"yla irdelersek, temel haklarımızın başında gelen "düşünce ve ifade özgürlüğü" ancak dildeki özgürlükle varolabilecek bir hak. Çünkü herkes kendisini ve düşüncesini ana dilinde ifade edebilir.
Rahatsızlığı nedeniyle toplantıya katılamayan Dr. Ata Soyer'in sunumunu sevgili arkadaşım Dr. Veysi Ülgen bizlerle paylaştı. Sevgili Ata coğrafi ve ekonomik koşullardaki farkların etkisi altında dil farkının yol açtığı sağlıkla ilgili eşitsizliklere ve bunun "halk sağlığı" açısından sonuçlarına değindi.
Dil ve ayrımcılık
Toplantının açılışında konuşan İstanbul Tabip Odası YK Başkanı Prof. Dr. Taner Gören kendisinin de "iki dilli" olduğundan ve ana dili olan Lazca'dan sonra "Türkçe"yi okula giderken öğrendiğinden, bu süreçte ayrımcılık ve aşağılamaya maruz kaldığından söz etti. Konuyu hekimliğe bağlayarak da iyi hekim olmayı yalnız başına "işini iyi yapması"nın sağlamayacağını, iyi hekimin hastasıyla da "iyi iletişim kurması" gerektiğini vurguladı.
Toplantının sonunda bir de forum bölümü vardı. Bu bölümde önce yönetmen Özgür Doğan'ın "İki Dil Bir Bavul" adlı uzun metrajlı, bir anlamda belgesel niteliğine sahip filminden bazı bölümleri izledik ve ardından da katılımcılar, kendisiyle küçük bir söyleşi gerçekleştirdiler. Daha sonra da kendisi bir "Adige" olan Murat Papşu "iki dilli" yaşama dair kendi yaşadıkları durum ve Çerkezlerin bu konudaki algı, düşünce ve davranışlarını anlattı.
Bunların hepsi konunun çok yönlülüğünü ve önemini ortaya koyan bir yaklaşımın gerekli olduğunu gösteriyor.
Sağlık hakkı, hasta ve hekim hakkı olarak dil
Toplantının ele almadığı önemli bir başlığın tamamlanması için forum sonunda ben de söz istedim ve konunun sağlık hizmeti alan açısından anlam ve önemiyle yapılması gerekenlere değindim.
Sağlık amacıyla bir araya gelen bireyle sağlıkçının, kendilerini en iyi şekilde ifade ettikleri ve birbirlerini en iyi şekilde anladıkları "ortak dilleri" olmadığında ortaya "eksik, yanlış ve yetersiz" bir hizmet çıkıyor.
Daha önce de belirttiğim gibi, insanların kendilerini ve düşünceleri en iyi "anadilleri"nde ifade ettikleri tartışılmaz bir doğrudur. Herkes acısını ve ıstırabını "ünlerken ve inlerken" anadilini kullanır. Sağlık hizmeti sağlığı hedef alan bir hizmetler bütünüdür, ama sağlık için bireyle sağlıkçı arasındaki ilişki bu acıdan ve ıstırap halinde en yoğun, en yakıcı bir şekilde yaşanır ve çok önemli hale gelir. Hekim ya da sağlıkçı görevini yapabilmesi için her şeyden önce o acıyı ve ıstırabı algılamak ve anlamak zorundadır.
Tersine "birbirini anlamama, anlaşamama" durumu yaşamsal sonuçları olan iki önemli tutum ve davranışa yol açar.
Bunların ilki böyle olduğunu bilen, yani anlaşamayacağını bilen hasta ya da hasta yakınının, gereksindiği hizmete ulaşmaktan kaçınması, ertelemesi ya da ancak çok acil -aslında sorunu "ölümcül ya da yaşamsal" hale gelince- olunca hizmeti talep etmesidir.
İkincisi de bu talebi bulunduğu zaman yani "hizmet ilişkisi" başlayınca ortaya çıkan sorunlardır. Burada her şeyden önce bir eşitlik ortadan kalkar ve hizmeti sunanın egemenliği söz konusu olur; bu ise onları bir araya getiren sağlık sorununu çözmek yerine ağırlaştıracak pek çok unsurun bu sürece eklenmesi anlamına gelir.
Hizmete ulaşma ve yararlanma hakkı
Hizmet talebinden kaçınma konusunu biraz açımlayacak olursak yaşananların ne olduğunu çok daha iyi anlayabiliriz:
Anadilde sağlık hizmet sunulmaması, öncelikle yasal, geleneksel ya da kültürel anlamda başkalarının "vesayeti, denetimi ve kontrolü" altında olanların sağlık hizmeti kullanımlarının sıklığı ve yoğunluğu çok azalmasına yol açar. Hak temelli bakışla bunun anlamı "sağlık hizmetine ulaşma ve yararlanma hakkı"nın gereğince yerine gelmemesidir.
Bu grup içinde daha çok "kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler" vardır. Oysa bunların bırakın hastalık halini, iyilik hallerini sürdürmek ve geliştirmek için gereksindikleri ve mutlak yararlanmaları gereken "sağlık hizmetleri" her zaman çok daha fazladır.
Örneğin dil bilmeyen bir kız çocuğu, bir evli kadın, bir yaşlı anne, gittiği sağlık kurumunda karşılaşacağı sağlıkçının onun konuşabildiği dili anlamayacağını biliyorsa ve babası, kocası ya da oğlu "aracılık" yapacaksa, ancak onun yanında konuşabileceği konularda gereksindiği sağlık hizmetini alacaktır. Bunların dışındaki konular yaşamsal bir soruna yol açana kadar, yani kendisi kendisini gösterene kadar asla gündeme gelmeyecektir. Bu gecikme ve ertelemenin eninde sonunda büyük bir "kayıp" ya da "zarar" yaratacağı açıktır.
Daha doğrudan söylersek "dil farkı" sağlık hizmetine ulaşma ve yararlanma açısından büyük bir eşitsizlik yaratmakta, bunun ötesinde bundan etkilenenlere yönelik olarak bir "ayrımcılığa" yol açmaktadır.
Dolayısıyla sonuç hemen her zaman temel insan haklarına da aykırı bir durumdur.
Bu durumun gerek bireysel gerekse toplumsal sağlık ve buna bağlı sosyal ve ekonomik yaşam açısından getirdiği maliyet kuşkusuz çok büyüktür. Bu maliyeti bedenleri ve yaşamlarıyla en çok onlar ödeseler de aslında hep birlikte ödemekteyiz.
"Anadilde sağlık hizmeti" konusu gündeme geldiğinde, hizmetin "kamusal kaynaklardan sunulduğu durum ve koşullarda", ne yazık ki kimse bu temel hakkın ihlâlinden ve sonuçlarından söz etmemekte ve durumu değiştirmemek için bir "eylemde" bulunmadığı da bilinen bir gerçekliktir. Oysa sorunları duymayarak ya da konuşmayarak onları ortadan kaldıramayız.
Bilgilenme ve aydınlatılmış onam
Sağlık hizmeti gerçekleşirken de birbirlerini "aracısız, doğrudan" anlayamayanlar ve karşılıklı anlaşamayanlar da bir çok sorun yaşamaktadırlar. Bu sorunlar öncelikle sağlık hizmetinin hukuksal ve etik boyutuyla yaşanmaktadır. Çünkü tıbbi müdahale (neyin var sorusunu sorma anından iyileşmeyle sonuçlanan tüm sağlık hizmeti ilişkisi) üç temel unsur üzerinde varolur: "Belge, bilgi, onam"
"Belge" müdahaleyi yapacak olanın yani hekimin hekimliğinin onaylanması yani diplomasıdır. "Bilgi" müdahalenin yapılacağı kişinin ne olup bittiğini, aklına gelen tüm soruların yanıtlanması halidir. "Onam" ise o bilgiler ışığında müdahalenin yapılacağı kişinin vereceği "karar"dır. Çünkü tıbbi müdahalenin "özne"si doğrudan buna maruz kalan kişidir. Hizmetin tam ve gerektiği biçimde gerçekleşmesi için o öznenin bağımsız ve tümüyle özerk bir şekilde sürece katılımı zorunludur. Dahası öznenin vereceği karar yapılacak "tıbbi işlemin kabulü"yle sınırlı değildir ve "reddetme hakkı"nı da kapsar. Bir şeyi reddedebilmek için tam olarak "bilgilenmek gerekir." Yine yeterli bilgilenme sonucu başka seçeneklerin değerlendirilmesi de söz konusu olabilir.
Görüldüğü üzere bu saç ayağının "ikisi" doğrudan "anlama ve anlaşma" yani dille ilgilidir. Dolayısıyla "öznenin anladığı ve kendini en iyi ifade edebildiği dili" öncelikle dikkâte alınmalı ve durum bu olmazsa olmaz unsurun ışığında değerlendirilmelidir.
Bu noktadaki eksik ya da yetersizliklerin tümünün sorumlusu da hizmeti sunan ve onu düzenleyendir. Her durumda bu saç ayağının herhangi birisi "eksik" olursa, söz konusu "eylem" etik, cezai, hukuki, idari ve mali açıdan "suç", "kusurlu davranış", ya da "sorumluluk" doğacaktır.
Dilin etkide bulunduğu bir diğer hak ise "seçme hakkı"dır. Bu hak ancak seçim yapabilme olanağının varlığına bağlıdır. Bu noktada gerekli düzenlenmemiş olması da bir başka "hak ihlâli"nin varlığını ve gerçekleştiğini gösterir.
Sonuç
Aslında başta sağlık hizmeti sunanların "temel mesleki eğitimi" ve hizmetten yararlananların "sağlık eğitimi" başta olmak üzere, sağlık hizmetinin gerektiği gibi yerine getirilmemesi halinde gündeme gelen "başvuru hakkı"nın gerçekleşmesinde de "dil farkı" ve "anadilde sağlık hizmeti sunumu"nun ele alınması gereken çok önemli diğer boyutlarıdır.
Bu "hak" kamusal alanda farklı dillerin, "hizmet sunum dili" olması açısından somut bir "dayanak" oluşturmakta, kamu hizmetinin "olmazsa olmaz" bir koşulu olduğunu da göstermektedir.
Sözlerimi bitirirken söz konusu toplantının çağrısında yer alan bir ibareyi "hekimlerin, sağlıkçıların, sağlık hizmetini düzenleyenlerin ve bu konuda karar vericilerin" dikkâtine sunuyor ve üzerinde düşünmelerini öneriyorum.
Çünkü bu sözler görülmeyen ya da farkında olmayan pek çok gerçeği çok iyi ifade ediyor:
"Tıp, en başından beri meslek kurallarını insan haklarıyla bütünleştirmeyi başarmıştır. Hipokrat ve çağdaşları tıp bilimini tanımlarken insanı sadece anatomik ve fizyolojik açıdan değerlendirmeyip sosyal ve kültürel açıdan da ele almanın önemine işaret etmişlerdir. 'Önce zarar verme' ilkesini öne çıkararak herkese eşit şartlarda sağlık hizmeti sunmayı; hastalar arasında din, dil, ırk ayrımı gözetmemeyi, meslektaşlar arasında etik davranışlara uyma zorunluluğunu temel ilkeler olarak benimsemişlerdir. Dünya Sağlık Örgütü, sağlığı beden, ruh ve sosyal açıdan tam iyilik hali olarak tanımlamıştır. Bugün için tanım gereği bütüncül yaklaşım hekimler açısından mesleğini icra etmede elzem hale gelmiştir. İnsanın; bilincinin oluşumunda, kültürel, sosyal, siyasal varoluşundaki taşıyıcı 'dil' göz ardı edilmiştir.
Dil sorunu, bireysel şifa sağlamayı zorladığı gibi toplumsal sağlık hizmetlerinin önünde de bir engeldir. Dilinin anlaşılmadığı durumda insan 'duyma ve konuşma' duyularını birden yitirir." (MS/EÜ)