"Ölüyorum tanrım / Bu da oldu işte./ Her ölüm erken ölümdür / Biliyorum tanrım. / Ama, ayrıca, aldığın şu hayat / Fena değildir... / Üstü kalsın..." diyor Cemal Süreya.
Ayhan Kırdar ise "Öptüm ölümün kaynamış tutkal kokan ağzından / Kara kara yengeçlerin yuva yaptığı / Işık değmemiş ıslak saçlarına astım kendimi / Belki bin yıl sallandım durdum / Ama ölmedim / Neden ölmedim" diye soruyor.
Benim büyülü kelimelerim yok. Ancak iki kelimeyle anlatabiliyorum:
Herkes ölür.
Nokta.
Kuru soğuk bir Ankara gününde Babamın ölüm haberini aldığımda bir dershanede çalışıyordum. Patronum bana aynen öyle demişti.
"Herkes ölür Sultan. Einstein da öldü. Atatürk de öldü."
Bakakalmıştım öyle, gözümde Japon çizgi filmlerindeki gibi fışkıran yaşlarla. O gün öldürdüm Ankara'yı içimde. Yaşamıyor artık.
Kısaca ölüm var. Ölümü nasıl yorumluyorsunuz siz bilmem. Kimler ölür mesela? Neler ölür?
"Her nefis ölümü tadacaktır" deniyor ayette. Sadece canlılar mı ölür?
Yıl bitti mesela, bir tane daha. Ölüm değil mi bu da?
Ölüm için kefene, yahut tabuta girmek, ya da küle dönmek mi gerek? Evladını kaybeden de ölmez mi sözgelimi, evi yıkılan da, en iyi dostunu göremeyen?
Gün ölmez mi, an ölmez mi veyahut!
Başka neler ölür? Kültür ya da diller ölür mü mesela?
Yazı ölür mü?
Goethe ölü mü? Ya Dostoyevski? Marx'ı gömdük mü kara toprağa? Ahh Derrida da mı öldü? Ya Necip Fazıl? Mehmed Uzun? Oğuz Atay? Mümkün mü?
Yazı varoluştur. Yine ve yeniden. Her okuyucuda farklı bir varoluştur.
Yazı iletişimdir, barıştır.
Yazı savaştır.
Yazarak var olmak da mümkündür. Yazarak kendini tüketmek de.
Ve hepimiz başka bir amaçla yazarız. Başka başka okuruz kendi yazdığımızı bile sonra, başka dönemlerde.
Yazı direnmektir ölüme.
-Peki bu yazı nereye gider?-
(Bilenler olacaktır İzafi edebiyat dergisinde yayın editörlüğü yapıyorum uzunca bir süredir. Dergi çoğunlukla Türkçe edebiyat içerse de her sayıda en az bir ya da iki tane Kürtçe esere yer veriyoruz. Çevirisi olmadan. Son sayıda da "Etnik Edebiyatın Direnişi" adlı bir dosya konusu açtık, tabii bu kavramı azınlık edebiyatı olarak da tanımlayabiliriz. Dosyada bu coğrafyada yaşayan dilleri ve temsilcilerini bir araya getirmeye çalıştık. Güzel bir başlangıç oldu. Reklam gibi görünen bu kısmı editörüm kaldırıp atabilir. Atsın. Eğer hala okuyorsanız kıyamamış demektir. Ki öyleyse belirteyim; bu girişi yapmadan da olaya başlayamadım. Affedin.)
Türkiye topraklarında Türklerden başka Kürtler de yaşar. Ermeniler de. Rumlar da. Boşnaklar da. Gürcüler de. Araplar da. Lazlar da. Bu hepimizin bildiği bir gerçek.
Bazen savaşarak, çoğunlukla sevişerek birlikte yaşar gideriz. Çeşitli coğrafyalarda gruplar oluştursak da ayrı değilizdir. Bir etrafınıza bakın. Evet şimdi. Yanınızda en az bir kişi farklı bir milliyete sahiptir. Farklı bir kültürü vardır, farklı yemekleri, farklı espri anlayışları, farklı karakteristik özellikleri. Bu çeşitliliktir bizi güzel kılan.
Ve yine hepimizin bildiği gibi "dil" kültürün en önemli unsurlarından biri, belki de en önemlisi... Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra bizi ortak dili yani çoğunluğun dilini kullanmaya zorlamışlar ve belki de ortak dil olursa herkes bir gün Türk olur diye düşünmüşler. Dili unutturursak, kimliklerini de unuttururuz bu halklara demişler. Ne yazık ki kısmen de olsa başarılı olmuşlar. Ana dilini sadece anlayan ya da konuşabilse bile o dili yazmayı ya da okumayı bilmeyenlerin çoğalması buna kanıt. Daha da kötüsü kendi dilini hiç bilmeyen, hiç konuşamayan nesillerin yetişiyor olması.
Dilimizi korumamızın, yok olmasını engellemenin tek yolu var; onu kullanmak. Konuşarak ve yazarak.
Yazarak, elbette, çünkü yazı kalır.
Peki, ana dilini korumaya çalışanlar neler yaşar?
İzafi'nin 8. Sayısında yapılan soruşturmada Ermeni edebiyatını temsilen sorulara cevap veren sevgili Pakrat Estukyan azınlık edebiyatının en önemli sorununun "tatminkar bir okur kitlesinin yokluğu" olduğunu ifade ediyor. Agos Gazetesi'nden tanıyacağınız Estukyan dilbilimcilerin Batı Ermenicesini yok olmak üzere olan diller grubuna dahil ettiğini hatırlatarak not alınması gereken bir şey söylüyor bizlere;
"Yok oluş eğer kaçınılmaz bir hal almış ise, işte tam o aşamada dahi, iz bırakmadan yok olmaya karşı direnmek edebiyatın şanındandır"
Yok olmaya karşı direnmek. Anlatmak istediğim tam da bu. Okur kitlesinin olmaması bu yok oluşun nedenlerinden biri değil mi? Bu dili konuşan insanların okumuyor olması, ileride yazılmasını da mümkün kılmayacak. Öyleyse, direnmesi gerekenler kimler ve nerelerdeler?
Estukyan okur kitlesinin azlığından ötürü eserlerini Türkçeye çevirtmek zorunda kalıyor. "Ana dilimde yazdığım öyküleri ancak Türkçeleştirince bir yayınevinin ilgisini çekebildim" diyor bizlere.
Ana diline sahip çıkan ve kendisini etnik edebiyatın direnişinde bir militan olarak tanımlayan bir yazarın, eserini yayımlatmak adına başka bir dile çevirtmek zorunda kalması sizin kalbinizi burkmuyor mu? Yine de direniş diyor Estukyan; Kutsal Direniş. Ve ekliyor "Yayınlanmayacağını bile bile ana dilimde yazacağım, sonra da Türkçeleştireceğim."
Soruşturmaya cevap veren bir diğer edebiyatçı ise Türkçe yazan ancak Zazaca üzerine çalışmalar yapan şair Hasip Bingöl de "edebiyatın en büyük ve yegâne meselesi, günümüzün kapitalist dünyasının ifadesiyle 'müşteri' yani bizim 'okur' dediğimiz meselesidir" diyerek okur sorununa dikkat çekiyor. Etnik edebiyat kavramı yerine minör- majör edebiyat kavramlarının daha yerinde olduğunu söyleyen Bingöl, tüm zorluklara rağmen anadilinde yazanların "Majör edebiyata dâhil olanların aksine edebiyata ve sanata yeni imkânlar kazandırdıklarını, çok sesliliği, aykırılığı hatta muhalifliği diri tutabildiklerini" de ekliyor.
Uzunca bir alıntı olacak beni bağışlayın ama cümleyi bölerek anlamını daraltmak istemedim. Şöyle bitiriyor yazısını Bingöl;
"Eğitim sisteminin millîci bir anlayışla inşa edildiği ve damarlarına bu millîliğin zerk edilerek beslendiği ülkemizde, taze ve körpecik dimağların her gün ant ayinlerinin rahle-i tedrisinden geçirildiği militarist, milliyetçi / ulusalcı hatta ırkçı argümanların boca edildiği törenlerin kınanmadığı, hatta şoven söylemlerin giderek taraftar bulduğu bir yerde, resmî olanı hariç tutarsak, 'etnik edebiyat'tın yaşam alanı bulması elbette zor ve bir o kadar da meşakkatlidir. Tanrım, susuyorum."
Benim de susmam gerek artık lakin daha da yazılacak, söylenecek çok şey var bu konuda. O nedenle soruşturmanın da ucu açık.
Ana dilini korumak ve yaşatmak yazarların olduğu kadar okurların da görevi olmalı. Çünkü bizler okumazsak, özellikle kapitalist bir düzende o metinlerin ve dolayısıyla dillerin ayakta kalması gün geçtikçe daha da zorlaşacak.
Hayat gibi, zaman gibi, diller de ölür.
Zamanın geçmesini durduramayız, zaman ölür. Biyolojik ölüme henüz çare bulunmadı, biz ölürüz. Ancak dillerimizi yaşatmanın çaresi var. O çare biziz.
2012'yi öldürürken, yazı ile bitirmek istedim. Dedim ya yazı kalır.
Yeni yıl dileğim ise geçen yıl ile aynı;
İnsanların okumaktan, düşünmekten, yazmaktan, yaşamaktan korkmadığı, kadınların tecavüze uğramadığı, aşağılanmadığı, dışlanmadığı, öldürülmediği, çocukların istismar edilmediği, öğrencilerin haklarının yenmediği, akademisyenlerin, gazetecilerin, suçsuzların tutuklanmadığı, insanların gözaltında ölmediği, acıların, isyanların, mutsuzlukların çoğalmadığı, emeklerin sömürülmediği, zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olmadığı, yargısız infazların yapılmadığı, kanın akmadığı, kanın akmadığı, kanın akmadığı bir yıl geçiyor gönlümden, hepinize, hepimize... (SK/HK)