Guatemala’nın eski diktatörü General Efraín Ríos Montt, geçtiğimiz pazar günü 91 yaşındayken öldü. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) direktörü Kenneth Roth’un belirttiği üzere diktatör doğal nedenlerle öldü ancak kurbanları için aynı şeyi söylemek mümkün değil.
Guatemala’da etkileri uzun sürecek ilk önemli darbe, yoksul köylülere toprak kazandırmayı amaçlayan bir “toprak reformu” hayalindeki solcu Başkan Jacobo Arbenz’e karşı 1954’de CIA kontrolünde gerçekleştirildi.
Efraín Ríos Montt o zamanlar düşük rütbeli bir subaydı. Ancak bu darbe Guatemala’da kaos ortamının da ateşleyicisi oldu. Ardından sağ kanat generallerin, 1960’lı yılların başında gerçekleştirdiği bir diğer darbe ve izledikleri politikalar ise ülkeyi yaklaşık 35 yıl sürecek bir iç savaşa sürükledi. Guatemala’da gerçekleşen bu darbeler, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Latin Amerika’da yürüttüğü bir dizi kirli politikanın en somut örneklerindendir.
General José Efraín Ríos Montt Panama Kanalı bölgesinde yer alan ABD Silahlı Kuvvetler Okulu’nda eğitim gördü. 1970’de genel kurmay başkanı oldu ancak politik çekişmeler nedeniyle görevden alınarak Washington’a gönderildi ve Amerikalılar Arası Savunma Kolejine gönderildi.
1973’de tekrar Guatemala’ya döndü ve merkez-sol Hristiyan Demokrat koalisyonun adayı olarak seçimlere katıldı. Ancak askeri komutanları tarafından yaygın bir şekilde sahtekarlık yapıldığının anlaşılması üzerine seçimleri kaybetti ve İspanya’ya askeri ateşe olarak gönderildi.
Montt 1970’lerde Katolikliği terk etti ve Evangelizme geçti. Bu arada vaiz oldu. Amerikan Evangelistleriyle yakın ilişkiler geliştirdi. Ününü giderek arttırdı. En sonunda yine ABD desteğini de alarak, çevresindeki generallerle birlikte 1982’de, hükümetle solcu gerillalar arasında gerilimin yükseldiği bir anda, askeri bir darbe yaparak iktidarı ele geçirdi ve sağcı bir hükümet kurdu.
Darbeyle işbaşına gelir gelmez solcu gerillalara (Guatemala Birleşik Devrimci Cephesi - URNG) karşı amansız bir askeri operasyon başlattı. Bu operasyonlar sırasında 200 bin insan öldürüldü.
Öldürülenlerin yaklaşık yüzde 83’ü Maya yerli halkından olan Ixil etnik grubunun üyeleriydi.
Konuyla ilgili araştırmalarda “Sessiz Holokost” (The Silent Holocaust) olarak da adlandırılan bu katliamlar dizisinin yüzde 93’ünden Guatemala Ordusu sorumluydu. Bu katliamların önemli bir bölümü General Efraín Ríos Montt zamanında, 1982’de gerçekleştirildi. Ancak arkasında gene ABD vardı.
ABD Başkanı Ronald Reagan 1982’de Guatemala’ya gerçekleştirdiği bir ziyaret sonrasında General hakkında şunları ifade etmişti:
“Biliyorum ki o tüm Guatemalalılar için yaşam kalitesini iyileştirmeyi ve sosyal adaleti sağlamayı istiyor. Yönetimim onun ilerici çabasını desteklemek için yapabileceği her şeyi yapacaktır.”
Birleşmiş Milletler’in desteği ile 1999’da Guatemala’daki iç savaş hakkında hazırlanan bir raporda ise şunlar ifade ediliyordu:
“Ordunun Maya topluluğunun, gerillaların doğal müttefiki olduğuna dair algısı, onlara karşı işlenen insan hakları ihlallerinin artmasına ve ağırlaşmasına katkıda bulunmuştur.
"Bu medeni dünyanın moral vicdanını zedeleyen zalimane yöntemleri yoluyla çocukları, kadınları ve yaşlıları içerecek şekilde savunmasız Maya topluluklarının toptan imha edilmesine kılavuzluk eden, son derece acımasız saldırgan bir ırkçı bileşen ortaya çıkartmıştır.”
Darbeyle işbaşına gelen Montt yine bir başka darbeyle 1983’de düşürüldü. Ancak 1994’de Guatemala Kongresi'ne seçildi, Yasama Meclisinin başkanı oldu, ardında 2000’li yılların başında başarısız bir başkanlık döneminden sonra Guatemala Anayasa Mahkemesi tarafından yetkileri elinden alındı.
2004’den itibaren hakkında suçlamalar yapılmaya başlandı. Buna rağmen belli aralıklarla kongreye seçilmeye devam etti. En nihayetinde 2013 yılında soykırım ve insanlığa karşı suçlar işlemekten 80 yıl hapse mahkûm edildi. Bu ceza uluslararası bir yargı kanalı ya da mekanizması olmaksızın soykırım ve insanlığa karşı suçlardan bir kişinin ilk kez mahkûm edilmesinin örneği oldu.
Bu arada yeri gelmişken Türkiye’de "12 Eylül Paşaları" hakkında açılan davanın yurttaşlara karşı işlenen suçlardan değil, devlete karşı işlenen suçlardan açıldığını da hemen hatırlatalım.
Bununla birlikte Guatemala Anayasa Mahkemesi kendisine verilen 80 yıllık hapis cezasını bozdu. Montt serbest kaldı. Eğer yaşıyor olsalardı "12 Eylül Paşaları" cezaevi görür müydü bilemiyoruz, ancak yaygın insan hakları ihlallerinden sorumlu olanların cezasız kalması sorununa böylece bir yenisi daha eklenmiş oldu.
Sonuç olarak soykırım ve insanlığa karşı suçlardan sorumlu bir diktatör daha cezasız bir şekilde bu dünyadan ayrıldı ve yaptıkları yanına kaldı. Guatemala’da Birleşmiş Milletler'in de katkısıyla 1990’ların ortasında hükümetle gerillalar arasında bir barış imzalandı. Artık bir çatışma yok. Ancak çatışma ortamının yarattığı yıkımın hesabı da kimseden doğru dürüst sorulmuş değil.
Uzun süren iç savaş ve çatışmalar sonrasında imzalanan barış anlaşmalarının en büyük handikabı bu olsa gerek: İnsanı içinden çıkılmaz bir ikileme sürüklemek.
Savaş mı yoksa cezasızlık mı? Birini diğerine tercih etmek mümkün müdür? Ya da hem barışı sağlamak hem cezasızlığı önlemek nasıl mümkün görünmektedir? Ya da meseleye başka bir yerden mi bakmak gerekir? Öyleyse o nedir?
Bu ve buna benzer sorular önümüzde tüm ağırlığıyla durmaktadır ve durmaya da devam edecektir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki cezasızlık tek başına bir hukuki sorun değildir.
Cezasızlık sonucunda insan hakları ihlallerinden sorumlu olanların elini kolunu sallayarak dolaşması, sadece mağdur edilenlere veya hayatta kalmayı başaranlara değil, bütün bir topluma keskin bir mesaj verir: Bu ihlaller senin de başına gelebilir ve kimse de hesap soramaz.
Bu toplumu topyekûn travmaya uğratabileceği gibi toplumun adalet ve hakkaniyet duygusunu da derin bir şekilde zedeler, kibirli bir şekilde toplumu aşağılar.
Ekonomik ve sosyal boyutlarıyla birlikte düşünüldüğünde cezasızlık toplumsal barışın sağlanması önünde de büyük engellerden biri olarak durmaktadır.
Öte yandan barışın tahsis edilmesi de tek başına bir cezasızlık sorunun halledilmesine bağlı görünmemektedir. Daha da ötesi insan haklarının tahsisi, barışın tahsis edilmesi yönündeki çabaların önemli ama tek başına yeterli olmayan bir boyutudur.
Demokrasi, hukukun üstünlüğü, karşılıklı anlayış ve farklılıklara saygı, refahın adil paylaşımı, diyalog ve tabii ki bu yönde toplumdan gelen bir talep.
Hepsinden önemlisi etkili ve popülizmden uzak bir politik inisiyatif ve liderlik ise işin olmazsa olmaz koşulu gibi görünmektedir. Tüm bunların bir sıralamasını yapmak kolay olmakla birlikte, hayata geçirilmesini sağlamak pek de o kadar kolay görünmüyor.
En azından şimdilik. (HA/HK)