Bir arkadaş sohbetinde, dolmuşta veya aile toplantısında bir soru gelir: “Siyasetle ilgilenir misin?” İlgili olanlar hemen başlar fikirlerini savurmaya, ilgisiz olan da bilir ki siyasetin bir parçasıdır. Bir alaka hep vardır, bazen çok ateşli siyasi tartışmaların içinde olanlar olur, kimisi de mecburiyetten. Ama ne yaparsak yapalım, ne kadar uzak kalmaya çalışırsak çalışalım hepimiz siyasetin birer parçasıyız. Birileri tarafından yönetiliyoruz, iktidarlar tarafından yönetiliyoruz ve bizim de bu yönetimde katkımızın olmasını bekliyoruz. Çerçevelenen kurallarda hareket alanımız belirlenirken bizim de bir sözümüz olsun istemez miyiz? Ah istemez miyiz?
Siyasal partiler halkların değerlerini, fikirlerini, inanışlarını temsil ederken bireylerin katılımını sağlar. Demokrasinin en önemli araçlarından biri olan seçimler, siyasi partilerin aracılığıyla şekillenir. Demokrasinin ve katkımızın aracı olan siyasi partilerdir. Yönetimlerdeki söz hakkımızı kullanmak için belli partileri tercih eder ve bazı zamanlarda kendimizi o partinin bir üyesi olarak tanımlarız. Eh, bazen de öyle bir rekabet ortamında ve zorlukla sıkışıp kalırız ki akıllıca bir tercih yapmayı düşünür ve oyumuzu stratejik olarak hesaplarız. Görüş ve beklentilerimizle pek uyuşmasa da artı ve eksileri listeleyerek parti tercihinde bulunuruz.
Bu stratejik hesaplama da aslında bizi yansıtmayan ve bizim değerlerimizle uyuşmayan bir başka siyasal partiye karşıdır. Tam anlamıyla bizi temsil etmese de “karşı kamp” için tercih ederiz. Yani bir şekilde değer ve fikirlerimiz için karşı tarafı belirler ve diğer tarafa yanaşırız. İster ideolojik olsun ister stratejik hesaplamalara dayalı, bir şekilde oy vermeyi tercih ettiğimizde partilere yanaşırız. Tabii oy kullanmayı tercih ediyorsak.
Geçmişten bugüne baktığımız zaman Türkiye çok sayıda siyasal partinin kapatılmasını, yeniden bir partinin başka isimle açılmasını, milletvekillerinin seçimlere katılmasının engellenmesini, milletvekilleri kürsülerdeyken yuhalamayı, milletvekillerini masalara vurarak protesto etmeyi, mecliste dövüşmeyi tecrübe etmiştir. Bu yaşanmışlık, benzeri haberleri duyduğumuzda tepkisizleşmemize neden olmuştur hatta. Normalleşmenin en olumsuz sonuçlarından biri tepkisizleşmek, alışmak ve istemeden de olsa kabullenmek. Kabullenme devam ettiği kadar demokrasi ile aradaki mesafe de o kadar artmaktadır.
Siyasete katılmamıza imkan sağlayan parti ve siyasetçilerin karşılaştığı engeller (veya sebep oldukları) vatandaşların (demokrasilerdeki) en önemli haklarından birini de engeller; oy kullanmak ve temsil edilme hakkı. Temsil edilememek, kararlara katılamamak ve kararların bir parçası olamamak. Var olan siyasi parti ve temsilcileri açısından çeşitli olan memleketimiz, bazılarını daha “makul” ilan etmiştir ve siyasi ortamda var olabilme “makul olma” haline bağlıdır. Geçenlerde bir sohbet sırasında pek de adil olmayan uygulamalarıyla Türkiye’deki bazı seçimleri konuşuyorduk, Türkiye siyasi tarihinde “1912 sopalı seçim” sonrası buz dağının altında pek bir değişiklik olmadı. Seçim kampanyaları süresince televizyonda kimisi 1 saat konuşabilirken kimisi ya 20 dakika ya da 1 buçuk-2 dakika. Artık kısmette ne varsa. Seçimlerdeki uygulamalarla geleneksel olarak muhalefete karşı tutum ne kadar değişti?
Sonuçta muhalefet partilerinin kapatılmalarının arkasında her zaman bir “meşrulaştırma” vardır. Laikliğe aykırı veya bölücü eğilimleri olmaları nedeniyle partiler kapatıldı. Bazı partiler hakimiyetini korurken alternatif gözüyle bakılan partiler seçimleri kazanınca “beyaz devrim” bile denildi.
Bununla beraber Türkiye’nin kapatılan partileri hep başka isimler alarak kendilerini yeniden yaratmaya çalıştılar. Milli Nizam sonrası Milli Selamet partisi olsun veya Demokrasi Partisi’nin kapatılmasından sonra Halkın Demokrasi Partisi olsun. Partilerin kapatılmaları ve temsiliyet sorunları bir şekilde Türkiye demokrasisinin yaşadığı sorunlar arasında hep var oldu. Uygulamalar ve aktörler değişse de bu alanda bir boşluk var, doldurulmaya çalışıldıkça önünde engeller artan bir boşluk. Bazen bir çukur olarak görüyorum ben, etrafında “dikkat” yazısı yazılsa da üzerine atlanan bir çukur.
Temsiliyet meselesi ister istemez akla daha az temsiliyetleri getiriyor. Mesela 1935 yılında mecliste yer alan Berç Keresteciyan Türker’i… Soyadı kanunu sonrasında Atatürk tarafından soyadının “Türker” olarak verildiği bilgisini okumuştum.[1] Bizim seçimler sohbeti arasında da bu bilginin havasını atayım dedim, arkadaş da “vay be” dedi. Şimdi nasıl bir “vay be” idi o? He, Atatürk tarafından verilmiş olması o tanışıklığı ve yakın ilişkiyi anlatıyor. Bir yandan da birilerine “ödül” olarak seçilmiş bir soyadı veriliyor. Türkçe olması aslında biraz daha makul hale getirilmesini de akla getirmeli sanki.
Hakkındaki haberlere baktığımda da “Milli Mücadele’ye katkısı olan Keresteciyan” diye tanımlanarak takdir edildiğini gördüm ve tabii hemen arkasından gelen “asıl kimliği” başlıkları veya oğlunun “kim olduğunu bilmemiz lazım” tarzındaki haberleri. Yani bir şekilde “makul” hale getirmeye çalışan tanımlamalar ve karşı kampın “makul olma” halini bozma çabaları. Biz ve Onlar ayrımının en bilindik pratiği. Belki de en başından beri temsiliyet sorununu çözebilecek “azınlıkların temsili” görüntüsünü yansıtmamaları nedeniyle zaten makul olmuştur Keresteciyan. Afyon’dan milletvekili olan Keresteciyan, Semi Ertan’ın ve Rita Ender’in daha kapsamlı bir şekilde anlattıkları gibi Ermenilerin temsiliyetinden ziyade Türk ulusu/birliği söylemine sahipmiş.[2] Yani dışarıda kalan kişilerin temsiliyetini üstlenmiş olduğunu ne kadar söyleyebiliriz bilemiyorum. Meclisteki Ermeni milletvekili Ermeni vatandaşların temsiliyeti için ne kadar görünür? Denilebilir ki, “Ermeni olduğu için rol mü veriyorsun, illa Ermeniler üzerinden mi konuşması lazım”, haklı bir uyarı olur. Ama bir yandan da övünerek “tarihimizde Ermeni milletvekilleri vardır” derken de düşünmeli derim ben. Vardır vardır da… Ne kadar vardır ne kadar var olabilmişlerdir? Bu hiçbir zaman gerçekleşmemiştir diyemeyiz zaten, Ermeni milletvekillerinden örnek verebileceğimiz isimler mevcut, meclislerde çok sınırlı (veya bir-iki bazen hiç) diyebilsek de ne yazık ki.
Bu açıdan bakıldığında bazı söylemlerin Türkiye siyasetinde önemli olduğu görülmekte, daha doğrusu bazı söylem ve değerlerin Türkiye siyasetinde yeri olduğunu. Ancak bazı görünüşlerin bu siyasette rol alabileceklerini ve bunun dışında kalanların ise geleneksel meşrulaştırmayla uzaklaştırıldıklarını söyleyebiliriz. Uzaklaştırmanın yöntemleri değişiyor, ama sonuç ne yazık ki bu çeşitliliği azaltmak ile karşımıza çıkıyor. İlk başta bir umut serpiliyor içimize, sonrasında ise “kötü” imajı yansıtılıyor. Kime göre neye göre kötü tartışılır tabii. Zaten bazı iktidarlar kendi değerlerine aykırı bulduğu veya rakibi olarak gördüğü siyasetçileri siyasetten kolaylıkla uzaklaştırabiliyor. Hatta sadece siyasetten değil, yaşamlarının bir kısmını dört duvar arasına kapatabiliyorlar.
Bir süredir muhalefet partilerindeki politikacılar çeşitli sebeplerden ötürü dışarıda bırakılmakta ve demokrasinin en temel maddeleri ihlal edilmektedir. Seçim öncesi sandığın yeri gösterilse de aslında sandığın içindekiler zamanı gelince uzaklaştırılıyor. Siyasal partiyi kapatmadan siyasal partinin üyelerini uzaklaştırmak demokrasinin sandığını çoktan tekmelemiştir.
Ama bu sırada unutulmaması gereken bir şey var, bazı temsiliyetlerin az olması can sıkarken bazı temsiliyetlerin az olması can sıkmıyor. Yani birilerine getirilen yasaklar veya “makul olma” arayışları dert edinirken, kimisini çabuk kabulleniyoruz. Biraz da bu yüzden… Son günlerde “hakaret davası” ile ilgili tartışmalar da biraz böyle değil mi? X kişiye hakaret ettiği için tutuklanan ve sonrasında serbest bırakılan şahıs ile ilgili haberlerden sonra karşılaşabiliriz. Burada kim ile ilgili olduğunu bir kenara koyarsak ve Y kişisine hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanan veya hayır kampanyası ile ilgili video hazırlayan kişinin tutuklanması ne kadar adil bir uygulama değilse, başkaları için benzeri uygulamaları da öyle görmek biraz zorlaşıyor. Esas derdine düştüğümüz özgürlük, hak ve adalet bizim dışımızdakileri kapsamayınca sorun etmediğimiz yerde yarın (veya gelecek diyelim) sorun edeceğimiz bir noktaya gelecek. Çoktan geldi hatta ve bu hep böyleydi. (TE/EKN)
[1] http://www.aytam.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=44&Itemid=43
[2] Semi Ertan, “An Armenian at the Turkish Parliament in the Early Republican Period”, Yüksek Lisans Tezi, 2005. Rita Ender, “Vitrindeki Gayrimüslimler”, Toplumsal Tarih, 2011.