Kardeşim.
Yaralandığını duyduğumda hazırlamıştım iki yastıkla örtüyü. Ameliyat sonrası rahat edesin diye.
Ameliyata gerek duymamış veterinerimiz. İlaçla tedavi uygun görmüş ve yollamıştı. Geldin. Henüz arabadayken bile ürkektin ve korkuyordun.
Bölüme getirdiğimde korkun bitmemişti. Yatağına kadar götürdüm. Arşiv amaçlı fotoğrafını çekmek üzere uzaklaştım. Sana baktım.
Baktım.
Sen, duruşun, ürkekliğin, yüzünü dönmeyişin, gözlerini kaçırman, çökmüş omuzların ve titreyişin, beni de titretti bir an.
Yatağın kıyısında öylece bekliyordun.
Kıpırdamadın.
Ben de senin gibi, öylece kalakaldım. Ne kadar seyrettim seni? Bilmiyorum.
Aklımdan geçenler de gördüklerim kadar hüzünlü ve utangaçtı.
İlk aklıma gelen, Soma maden kazasında, yaralı bir madencinin, ambulansa bindikten sonra, üzerine bulaşmış kömür tozuna bakarak, ürkek ve utangaç bir ifadeyle, “yatağı kirletirim” diyerek kenarda oturması oldu.
İkiniz de yatağı kirletmemek adına, üzerinizdeki kiri kendiniz yapmış gibi, yaşamın kirleriyle bir kenarda bekliyordunuz.
Neden utanıyordun ki? Utanacak ne yaptın yaşamında? Sana da ait olan dünyadaki üç günlük ömrü geçirmeye çalışmaktan başka ne yaptın? Sadece yaşamaya çalışmaktan başka ne yaptın?
Oysaki senin yaşam koşullarını daraltan, senin rahatını kaçıran, sana huzursuzluk veren, seni korkutan, yaralayan ve öldürenler insan kılıklılardan başka birisi değildi.
Dünyanın tamamını ele geçirmekten başka bir amaç edinmemiş insan, dünyanın, üzerinde yaşayan tüm canlılara ait olduğunu çoktan unutmuştu ve kardeşim. Senin suçun yoktu.
Fotoğrafı çekip telefonu cebime koyarken utandım bir an.
Seni Soma madencisine benzeten ben, kendimi, Sudan’da, az sonra ölecek olan çocuğun ölmesini biraz ötede bekleyen Akbaba’yı fotoğraflayan, çektiği fotoğraf nedeniyle de hem Pulitzer ödülünü alan hem intihar eden gazeteci Kevin Carter gibi hissettim.
Belki de aklımı başıma getiren bu his oldu.
Yanına yaklaştım. Dakikalarca okşama sonucunda yastığın kenarına da olsa uzanmanı sağlayabildim.
Çökmüş omuzlarına yüklenen dertlerini biz yarattık be kardeşim. Sen omuzlarını dik tut. Senin suçun yok. O suç bizlerin.
Ne sizlere ne de diğer canlılara yaşam alanı bırakmayan aç gözlü, bencil, hakkından fazlasını isteyen ve kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımayan bizler suçluyuz. Senin omuzlarını düşürecek, gözlerini kaçırtacak bir suçun yok.
Sana yaşatılanlardan ben de sorumluyum.
Özür dilerim…
18.9.2018 – Geldiğin gün
Ve 27.9.2018 – gittiğin gün
Ah be kardeşim.
Ne acelen vardı bu kadar? Ne acelen vardı da çekip gittin? Çok mu ağır geldi bu dünyanın yükü, omuzlarına?
Dünyayı kendisine dar eden insanın yaptıklarına dayanamadın mı?
Aslında haklısın. Bizlerin bile dayanamadığı, zaman zaman isyan ettiği, öfkelendirdiği insanoğluna sen nasıl dayanacaksın ki?
Ah be kardeşim.
İyileşmeye başlamış gibiydin. Topallayarak da olsa yürüyordum. İlk gelişindeki korku gitmişti gözlerinden ama hüzün yerleşikti. Bir türlü gitmiyor, bakışlarından akıyordu fazlasıyla.
Sabah da aynıydı. Son kez bakıştık birbirimize. Üç kez. Hüzünlüydü ve veda eder gibiydi bakışların. Yattığın yerden kalkacak takatin yoktu. Başını bile kaldırmakta zorlanıyordun, bana bakmak için. Ben başını okşarken aldığın son nefesini sonuna kadar dışarı verip öylece kalakaldığında, içimden kopan fırtına gözlerime vurmaya başlamıştı.
Vay be kardeşim.
“bu mahallenin,
Nesini beğenmedin de öte yere taşındın?” dizeleri geldi aklıma, Yusuf Hayaloğlu’nun, “Ah ulan Rıza” şiirindeki.
“Seni unutmayacağım” diyemiyorum, biliyorum ki unuturum!
En azından, unutmadan yüreğimdekileri dökmek istedim, sen duymasan da. Zaten sen yola çıkarkenki son bakışmalarımızda anlatmıştık birbirimize olan duygularımızı.
Yolun açık olsun sevgili kardeşim. (NT/EKN)