Niçin olumlu?
Olumlu, çünkü içinden pozitif öneriler üretebilecek verimli bir alanda yapılıyor.
Olumlu çünkü, belki daha da önemlisi, sol kesim içi tartışmalarda sık görülen üslup düzeysizliğine olumlu yönde bir alternatif.
Aybar, eleştirisinde 'reformculuk' türü tansiyon yaratacak bir ifade kullansa da bunu kesinlikle pozitif bir tutum içinde ve suçlayıcılıktan uzak dile getiriyor.
Bir olumluluk da iktisat politikalarıyla ilgili. Çünkü 70'lerin devrimci atmosferinde yetişmiş iktisatçılar pratik iktisat politikaları tartışmalarına geniş kapsamlı katılıyor. Gerek Mustafa Sönmez gerekse daha başkaları iktisat konusunda düzeyli ve emek isteyen çalışmalar yaptılar ama, bunlar daha çok açıklayıcı türden çalışmalardı. Pratik öneriler getiren türden değil..
Bu tür pratik öneriler ise, bu zamana kadar sol muhalefetten ancak 60'lar kuşağının o yılların devletçi, planlamacı, kalkınmacı ve büyük ölçüde sosyal demokrat (buna TİP kaynaklı kimi sosyalistleri de katıyorum) iktisatçıların alanına ait sayılabilirdi.
Dikenli alan
Kendini devrimci olarak niteleyen sosyalistler için iktisat politikaları önermek gerçekten de dikenli bir alandı. Kapitalizm devrilmeden öncesi için yapılacak iktisat politikası önerileri kolayca düzeni tamir suçlamasına, reformizm takipçiliği şüphesine davetiye çıkarabilirdi.
Zaten o dönemde bahsettiğimiz kişiler, bizzat kendileri de muhtemelen böyle düşünüyorlardı. Örneğin, ODTÜ ağırlıklı Tüm İktisatçılar Birliği oldukça iyi, Boğaziçi kaynaklı Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Araştırmaları Kurulu BÜEAK kendince gayretli çalışmalar yaptı.
Kalite açısından dikkat çekse de bu çalışmalar iktisat politikaları alanına girmekten özenle kaçındılar.
Bu yıl uzlaşmaya dayalı bir metin olmasının sorunlarını ilk okuyuşta fark ettiren Emek Platformu'nun program çalışması bu bakımdan atılmış önemli bir adımdı. Ama bağımsız sosyalist iktisatçıların yeni katkıları olmadan bu gibi programların geliştirilmesi, hem etkili, hem de güncel kılınması zor olacaktır. Söz konusu tartışma, bu alandaki ölü toprağını sarsmak bakımından da olumludur. Gerisi gelmek şartıyla..
Konuya ilişkin Notlara Not
Bu noktada biraz hariçten gazel üslubu ile de olsa kısaca konuya ilişkin gözlemlerimi not etmek isterim. Doğrudan Mustafa Sönmez'in Sedat Aybar'a cevabında belirttiği noktalara şerh biçiminde konuya gireceğim.
1. ve 2. noktalar Dünya ve Türkiye ekonomilerinde ciddi bir küçülmenin olup olmayacağı üzerine..
Yılın ilk 9 ayı bittiğine göre zor bir tahmin değil. Yine de nihayet bir tahmin ve yeni yılın ilk çeyreğine kadar kimin haklı olduğunu bilemeyeceğiz. Benim kanaatim bu noktada Sönmez'in tahmininin daha muhtemel olduğu; yani gerek dünyada, gerek Türkiye'de ciddi bir ekonomik durgunluğun yaşanacağı..
Türkiye'de küçülmenin yüzde 6'nın üstünde olacağı neredeyse kesin gibi.. Dünya rakamları da en azından durgunluk sinyalleri veriyor. IMF direktörleri de açıkça uzun sürebilecek bir durgunluktan sezediyorlar.
3. Nokta, ekonomik küçülme eğilimi sonucu Sönmez'in Türkiye'ye gelebilecek doğrudan veya portföy yatırımlarının iyice azalacağı, dış borç alma imkanlarının da zorlaşacağı tespitini yineliyor.
Şimdiki durum, Derviş'in Washington'daki turlarının da gösterdiği gibi, Sönmez'in tezini doğrular gözüküyor. Yine de gerek Mustafa Sönmez, gerek Sedat Aybar, gerek ise ben, meslek gereği uluslar arası finans piyasalarını sadece teorik olarak değil, pratik uygulamalar bakımından da takip eden kimseleriz ve eminim 1991 Körfez Krizi gibi Türkiye açısından yine böyle risk artırıcı ve sermaye kaçırıcı dönemin hemen ardındaki iki yıl, beklentilerin aksine Türkiye'ye çok ciddi bir portföy yatırımının aktığını hatırlayacağız.
Yani Mustafa Sönmez'in dediği şu an en kuvvetli olasılık olmakla birlikte ne teorik olarak, ne de pratik sonuçlar bakımından tek ihtimal. Hatta eğer ülke ciddi bir krizde olmasa, metropollerdeki durgunluk, yatırılacak para-sermaye fazlası yaratarak en azından durgunluğun ilk fazında, azgelişmiş ülke piyasalarına rağbeti artırıp Türkiye lehine olabilirdi. Yine de olabilir.
4. noktadaki konsolidasyon talebine tümüyle katılıyorum. Konsolidasyon yine de ne radikal ne de reformcu bir öneridir. Sadece 'gerçekçi'dir o kadar.
11 Eylül olayının bunun için bir pazarlık imkanı doğurduğu yalnız Mustafa Sönmez tarafından değil, radikal veya reformcu olmadığı bilinen Global Menkul Kıymetler A.Ş sahiplerinden Mehmet Kutman tarafından da bir TV programında aynen dile getirilmiştir. Ben de gerek kriz öncesi ve sonrası MAG dergisindeki, gerekse Birikim dergisindeki (Bkz. Birikim Mayıs 2001 sayısı 'Devletin Borç Çukuru' ) yazılarımda kriz öncesi ve sonrası programların yanlışlığından; borçların çevrilmesinin matematik olarak bile imkansızlığından bahsetmiştim. Bunun doğal sonucu konsolidasyondu ve özellikle iç borçlarda Kemal Derviş 'conversion' biçimine bürünmüş beceriksiz bir konsolidasyonu zaten yapmakta..
Döviz krizinin devamını, Mustafa Sönmez'in de bir TV haber programında değindiği gibi, bu saçma ama kimin işine yaradığı belli 'takas' sağlıyor. Şu an daha kökten bir konsolidasyona gidilmediği takdirde, bunun da kaçınılmaz sonu -eğer beklenmedik şanslı bir olay zuhur etmezse- moratoryumdur.
Moratoryumu zorlamanın sınırları
Aynı nottaki moratoryum imkanı meselesinde Mustafa Sönmez ile farklı düşünüyoruz. İşçi sınıfı ülke içinde yeterince güçlü olsa dahi moratoryumu zorlamamalıdır. İki sebepten:
Önce ülke içi güç dengeleri sınıflar arasında nasıl olursa olsun, hele de şu dönem uluslararası finans sermayesi ile cepheden çarpışmak için hiç de uygun değil. Olası sonuçları, bu farazi işçi sınıfı gücünü ciddi bir şekilde tersine çevirmekten başka bir şey olmazdı. Bunun daha ayrıntılı bir tartışmasına belki başka zaman gireriz.
Sonra böyle bir talep, uluslararası ilerici kamuoyundan da destek almayacaktır. Seattle da, şurada burada kan dökme pahasına dünya finans baronlarına, kişi başına yıllık 600 dolar bile kazanmayan açlık pençesindeki en yoksul ülkelerin milyar doları bulmayan borçlarını sildirme yolunda başarı kazanıldı -en azından söz düzeyinde.
Şimdi Türkiye ve Arjantin, kendi egemenlerinin spekülasyonlarda kaybederek taktığı yüz milyarlarca dolarlık kumar borcunu 'ödemiyorum!' derse, bu en yoksulların durumu da zora girecektir. Uluslararası kamuoyu neyse buna ben de razı değilim. Türkiye emekçileri güçleri yettiği kadarıyla kendi egemenlerinin zimmetlerine geçirdiği paraları geri almalı -hem Türkiye'nin ezici çoğunluğu, hem dünya kamuoyu bu inisiyatifi gösterecek sınıfın veya kurumun sonuna kadar arkasındadır.
Devlet ve korumacılık
Devletin korumacı ve doğrudan müdahaleci bir tutum sergilemesi gerektiği tezini Aybar'ın reformculuk ile ithamına ve Sönmez'in bunu aceleyle ikrarına gelince.. Burada söylenecek çok şey var. Bu tartışmanın genişlemesini umarak ben sadece bir kaç başlık not edeceğim.
1. Reform araç ve talepleri bilindiği gibi zorunlu olarak reformizm anlamına gelmez, keskin ve ihtilalci araç ve talepler de her zaman devrimci değildir. Bir örnek: 19. yüzyıl Rusyasında narodniklerin ihtilalci terör eylemleri kesinlikle reformist bir içerik taşırken, Rus Sosyal Demokratları'nın sendikal mücadeleleri devrimci içerik taşıyordu.
2. Bununla birlikte reformlar için mücadele, isterse hiç 'devrimci' eyleme başvurmadan çeyrek yüzyıl sürsün, reformizmden farklıdır. Reformizm bir kavram olarak kolayca kabul edilemeyecek kadar tehlikelidir. Bu dil sürçmesini hariç tutsak Mustafa Sönmez de bunu bilir; bana da katılacağını sanıyorum.
3. 1930'ların genel modası ve havasını iyi tarif eden 'devletçi', 'korumacı' ve otarşik anlayış; ne yazık ki, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayıp iyice kuvvetlenerek şahikasına 1960'larda erişti. Bunu bilimsel sosyalizme dışardan bulaşmış en tehlikeli hastalıklardan biri olarak görüyorum. (Marx'ın ve Engels'in bu husustaki fikirleri için Bkz. Birikim, Eylül 2001, 'Küreselleşme yanlısı bir Sosyalist' )
Bunun yanında 80'lerin başındaki sol liberalizm hafif bir tehlikeydi. Son 25 yıldır dünya çapında emekçilere ve azgelişmiş ülkelere yapılan ideolojik saldırı -pratik saldırı eşliğinde- neo liberal kıyafet içinde olduğundan buna tepki anlamında devletçi sol anlayış yeniden güç kazanacak görünüyor.
4. Ancak 1930'lar ve sonrası devletçiliği, New Deal politikalarından, merkezi planlı sosyalist ekonomilere, hatta Nazizme; Keynesgil neo klasik sentezden ECLA okulu Üçüncü Dünya ithal ikameciliğine kadar çok değişik bir yelpazeyi içerir. Ve bunların sınıf destekleri ile amaçları önemli ölçüde farklıdır. Dolayısıyla kolayca aynı kategori içinde toplamak zordur.
5. Yine de yakın dönem pratik sonuçlar bakımından önem verilmesi gereken bir nokta var ki, Sedat Aybar'ın işin ABC'sini hatırlatması burada çok yararlı. Devlet sınıfsal egemenlikler, dengeler ve dengesizliklerin oluşturduğu nötr olmayan bir organdır. Emekçi sınıfların bu en güçsüz olduğu dönemde devlet müdahalesini çağırarak ona meşruiyet kazandırdığımızda, daha kolay harekete geçecek bu devletin acaba kimin için müdahale edeceği, kimi 'koruyacağı'nı düşünüyorsunuz? 1930'lar hatırlatması bu bakımdan yerindedir. Tatil-i Eşgal ve Takrir-i Sükun'u hatırlamazsak bile şu an Türkiye'de içinde bulunduğumuz krizin sadece kapitalist piyasanın kendi ürettiği bir kriz olmaktan öte, taa Özal zamanından beri bol liberal sos altında devletin bir sınıf, hatta bir zümre lehine adaletsiz müdahaleleri sonucu oluşmuş olduğunu hatırlayalım.
6. Şimdilerde zaten 'reel sektör' adı altında sınıfın diğer kesimleri de bir cins korumacılık ve devlet müdahalesi istiyorlar -'ellere var bize yok mu?' Bu tuzağa emekçileri düşürmemek için azami dikkati harcamamızın yerinde olacağını düşünüyorum. (NU)