Cemal Süreya’nın 99 Yüz kitabındaki insan antolojisine yaklaşabilmenin bir denemesidir bu, ne kadar başarılı olurum emin değilim.
Doğan Hızlan’ın ‘yergide ve övgüde aynı ustalığı gösterdiği edebi dengeyi kurabilmiş’ dediği çizginin yanından geçebilirsem ne mutlu bana.
Çıktığım yolun ne kadar zorlu geçeceğinin farkındayım. O zorluk daha çok insanları kırmadan, üzmeden az da olsa farklı bir pencereden gösterme çabası benimki.
Türkiye kamuoyu onu ‘seni başkan yaptırmayacağız’ çıkışıyla tanısa da aslında yıllardır siyasi ve demokratik mücadelenin içinde, güleç yüzlü, inatçı, sevgiyle bakan, kızınca Kadir İnanır’a selam çakan bu yağız delikanlı hep oradaydı. Oradaydı derken Ankara’nın öte tarafını kastediyorum.
Oradan öte yaşayanlarla aynı kaderi paylaşan, gün yüzü görmemiş kendi halinde tipik yurdum insanı yani. Hayır, hayır merak etmeyin buradan arabeske bağlayıp arka fonda ‘adaletin bu mu dünya’ şarkısını dinletmeyeceğim size.
Beyaz Türklerin kaçışı
Selahattin Demirtaş’tan bahsettiğimi ilk önce Beyaz Türkler anlamıştır, zira bu çerçevedeki o ‘parlak çocuk’ ilk defa gür bir şekilde lafı eğip bükmeden yıllardır deviremedikleri, alaşağı edemedikleri birinin yüzüne yüzüne konuşuyordu ve bunu pek sevmişlerdi.
Umut bağladıkları, anadan, dededen, atadan beri sadece ana muhalefette kalacak kadar oy verdikleri partinin yıllardır yapamadığını bir çırpıda yapmıştı. Kimdi bu sevimli, sempatik yağız delikanlı? Söyledikleri ballı kaymaktı; cesurdu, hedefi netti, seküler hayatı ve kadınları savunuyordu, daha ne olsundu ki. Tek handikabı Ankara’nın öte tarafından olmasıydı Beyaz Türkler için. Okuyucu şimdi sosyolojide ‘Beyaz Türk’ diye bir sınıfın olmadığına dair bana çemkiriyor olabilir, yapmayın!
Karşısındakini dinliyordu, dinlerken sevgiyle değilse bile anlayarak bakıyordu. E, her halde dinlediğin herkesi seveceksin diye bir kural olmadığını biliyor, neyse, dinlemek için zaman ayırıyor, empati kuruyor, e vallahi bu siyasetçi olamaz diye düşündüklerinde, yaptıklarıyla konuştuklarıyla ve duruşuyla ‘siz siyasetçiyi yanlış biliyorsunuz’ demeye getirerek, pekala böyle de çok güzel siyasetçi olunabilirmiş fikri güçlenerek yayılıyor.
Sonra, Demirel’e Çoban Sülo’ lakabını aşağılamak için uygun görenler bir bakıyorlar ki bu yakıştırma aynı zamanda halktan biri anlamına da gelerek ters tepiyor. Selahattin Demirtaş’ta ise biraz farklı ilerliyor bu lakap işleri. Kimsenin yakıştırmasına gerek kalmadan Edirne’den Kars’a ( Ayhan Bilgen hariç tabi ki ) herkes aileden biriymiş gibi “Selo Başkan” demeye başlıyor. Herkes derken sevgili eşi Başak Demirtaş buraya şerh düşerek: Selahattin’e bir tek sevenleri Selo diyebilir diyerek eşini koruma altına alıyor. Bundan sonra Selo’nun çok şımardığını söylüyorlar; sevenlerinin yalancısıyım.
Ketıl ne ya, saz iyidir
İŞİD barbarlarının dünyanın gözü önünde- yani bütün dünya devletlerinin seyri ve izniyle demek istiyorum- özellikle Suriye’nin kuzeyinde insana, doğaya, tarihe ve yaşayan her şeye saldırarak gerçekleştirdiği katliam sonrası Selo Başkan’ın ‘Buna seyirci kalmak suça ortak olmaktır’ minvalindeki çağrısı sonrası bir bakıyor ki sevgisini ve sempatisini kazandığı o Beyaz Türkler arkasında değil.
Yalnızlığı ilk burada tatmıyor tabi, yıllar sonra Edirne cezaevinde yaşarken- yaşarken diyorum zira ziyaretine gittiğinizde nasıl bir ev sahibi triplerinde olduğunu görürsünüz- her fırsatta kendisini sevdiğini söyleyip yanında ayrılmayanların da üzerinde kapıyı aralamadığında anlıyor. Yalnızlığın panzehirini erken fark ederek önce ‘ketıl’ alıyor eline, bakıyor çok sırdaş değil, etkisi kısa sürüyor.
Sonra sazı alıyor kucağına vuruyor tellerine, sesi duvarlardan yankılanıp taşıyor dışarı. İçeriden dışarıdakilere moral vermeye başlıyor, durmuyor, bırakmıyor kendini; kız babası olduğunu hiçbir zaman unutmuyor.
Ortadoğu’da tıpkı bir horoz gibi böbürlenerek caka satan, karşısına daha dişli biri çıktığında her seferinde ‘kırmızı çizgilerini’ değiştiren çizgi film karakterleri gibi tek boyutlu bir ülke unvanını elinde tutan Molla rejimli İran’ın Kürtler ve kadınlar üzerindeki baskısının son halkası Mahsa Amini olayında dünyanın önde gelen kadınları saçlarını keserek protesto ettiklerinde Selo Başkan da saçlarını kazıtarak destek verecek kadar beynelmilel bir şahsiyet olduğunu gösterir.
Kısıtlı kaynaklarına rağmen her seferinde daha iyi öykü ve romanlarla kendine yeni evrenler yaratıp oradan bize el sallayarak yalnızlığa nanik yapan Selo Başkan, eğilmeyen bir roman karakteri gibi parlıyor Edirne’den.
Ağzından barıştan başka kelime çıkmayan, Türkçeyi benden iyi kullanan-ben de sanki türkçe uzmanıymışım gibi, bu konuda Türkçe konuşan ve yazan herkes benden iyi, neyse konu ben değilim; biz Kürtler ne yapar eder lafı kendimize çevirmeyi çok severiz- Kürt siyasetçi, hukukçu Selo Başkan tıpkı Sivereklilerin “Urfalı değil Siverekliyim” dediği gibi “Elazığlı değil Paluluyum” diyor olabilir ama artık herkes onu Türkiye’den dünyaya giden bir tramvayda olduğunu biliyor.
(HB/EMK)