1982 Anayasası'ndan, bu dönemde çıkarılan yasalardan ve o yasaların uygulamasından kaynaklanan yakıcı sorunların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz.
Şu ne kadar anlatılmaya çalışılsa da boş gibi görünüyor: Türkiye'de hukuksalmış gibi görülen ve değerlendirilen sorunların büyük bir kısmı, ülkedeki hukuk algısı, yorumu ve tüm siyasal kavgaların mevzuata ihale edilmesinden kaynaklanıyor.
Yani başka bir anayasa da yapılsa, yasalar da değişse, bu mantık nedeniyle yurttaşın "hukuk tartışması" zannettiği şeyin sona erme olasılığı yok ve ermeyecek. Nitekim yüz küsur yıldır ermiyor.
Üzerinde yaşadığımız topraklarda beş anayasa kabul edildi ve benzer tartışmalar hiç bitmedi. Eh, bir ülke insanı, aydını ve siyasetçisi "belki de sorun yalnızca mevzuatta değildir!" diye düşünüp kendisini biraz sorgulamaz mı?
Buyurun Hatip Dicle meselesine. Ortada bir anayasa, birden fazla yasa, birden fazla yargılama makamı, anayasa ve yasalarda değişiklikleri yapmayan meclis çoğunlukları, onları zaman zaman son derece tutucu yorumlayan yargı organları, karara karşı "meclise girmemekten" söz eden bir siyasal parti, o kararı doğru dürüst anlamadan ve sanki yukarıda sayılan faktörlerin hiç biri yokmuş gibi davranıp hep bir ağızdan Yüksek SEçim Kurulu'na (YSK) yüklenen memleket münevveri var. Zincirin sonundaki günah keçisi ise yine YSK.
Yargıtay ve Danıştay'dan gelen yedi "insan"dan oluşuyor bu organ ve yinelemekte yarar var; Türkiye'nin Dünya demokrasisine kurumsal "tek" armağanı. Yaklaşık bir buçuk ay önce verdiği, tartışmalı ama asla tümüyle yanlış denilemeyecek kararının ardından ülke birbirine girdi ve herkesçe suçlandı.
Türkiye sınırları dahilinde ağız dolusu suçlama yöneltenlerden bir Allah'ın kulu, eleştirisine "hukuksal gerekçe" gösteremedi! Şimdi de Dicle kararı eleştiriliyor.
Anayasa'nın, bu soruna neden olan ve 29 yıldır değiştirilmeyen 76. madde hükümlerini YSK hazırlamadı. Yine, 12 Eylül zihniyetinin ürünü olan faşizan, akıl dışı düzenlemelerle dolu parti ve seçim yasalarını da YSK hazırlamadı. 22 Mart 2011'de mahkûmiyeti kesinleşen Dicle'yi, milletvekili adayı gösteren de YSK değil.
YSK'nin 22 Haziran'da Resmi Gazete'de yayımlanan gerekçesinde, sonuca neden olan süreç adım adım anlatılıyor:
* Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Dicle hakkındaki karar tarihi 19 Şubat 2009. Temyiz ardından Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin kararı onadığı tarih 22 Mart 2011.
* Dicle'nin avukatlarının adaylık başvurusu yaptığı tarih 11 Nisan 2011. Yine aynı avukatların Yargıtay kararına itiraz ettikleri tarih 15 Nisan 2011. Yargıtay C. Başsavcılığı'nın bu itirazı reddettiği tarih 11 Mayıs 2011.
* Ardından, dava dosyası Ankara C. Başsavcılığınca mahkemeye ulaştırılıyor ve mahkeme, kararı, 22 Mart'ta kesinleştiği yolundaki şerhle, 2 Haziran tarihinde Ankara C. Başsavcılığına gönderiyor. Kesinleşmiş karar, bu tarihten sonra adli sicil kaydına işleniyor. Yani Dicle, milletvekili seçilmeden önce, seçilme yeterliğini kaybetmesine neden olan bir mahkûmiyet alıyor.
* Başka bir dava nedeniyle tutuklu kaldığı sürenin, aldığı cezaya mahsup edilmesi ise 1 yıl 8 ay mahkûmiyeti karşılamadığı gibi bir kişinin 76. maddedeki yasaktan kurtulmasının yalnızca iki yolu var: 1) mahkûmiyete neden olan suçun, yasa değişikliğiyle suç olmaktan çıkarılması (örneğin TMK'nin değiştirilmesi) 2) cezanın infazının üzerinden üç yıl geçtikten sonra "yasaklanmış hakların iade edilmesi" kararının verilmesi (bir buçuk ay önce değiştirdiği kararını hatırlayalım). Dicle'nin durumu iki koşulu da karşılamıyor.
* Dicle, seçilmeden önce kesinleşen ve herkesçe bilinen mahkûmiyeti, seçilmesine engel olduğu için milletvekilliğini kaybetti. Bu aşamada belki, Yargıtay kararından sonraki sürecin yavaşlığı (eğer daha hızlı olsaydı bir başka bağımsız aday gösterilebilirdi) eleştirilebilir ancak bu da YSK'nin sorunu değil.
Aslında YSK, yıllar önce Bahattin Şeker hakkında verdiği kararın bir benzerini uyguladı. Bakanlık yaptığı sırada, bedelli askerliği gerekli koşulları taşımadığından "yapılmamış" sayılmış ve "tam kanunsuzluk" kararıyla Şeker'in milletvekili tutanağı iptal edilmişti. YSK bugün de, seçim tarihi itibariyle seçilme yeterliliği bulunmadığı gerekçesiyle Dicle'nin milletvekili tutanağını iptal etti. 298 sayılı Yasa'nın 130. maddesi gereğince de yerine bir başka aday milletvekili seçilmiş oldu.
Bir başka sorun ise tutuklu milletvekillerinin durumu. Şunu bir kez daha, ısrarla ve uzatmadan vurgulamakta yarar var: 83 maddeye göre dokunulmazlığın iki istisnası var ve bunlardan biri, KCK ile Ergenekon davaları tutuklularının durumuna ilişkin.
Açıkça: bu kişiler milletvekili seçildiler.
Açıkça: bu kişilerin 83. madde gereğinde dokunulmazlıkları yok yani yargılamaları sürecek.
Açıkça: mahkemeler, aynen 2007'de Sebahat Tuncel'in durumunda olduğu gibi, tutuksuz yargılanmalarına karar vermeli.
Açıkça: milletvekiliyken seçilmelerine engel bir suçtan dolayı hüküm giyerlerse zaten üyelikleri sona erecek (aynen Dicle gibi).
Açıkça: ısrarla içerde tutmaya çalışanlara (hele ki Tuncel örneği dururken) Allah akıl fikir versin.
Ezcümle; yukarıdaki satırlar, siyasal yaşamda sayısız haksızlığa ve her düzeyde bitip tükenmeyen ırkçılığa maruz kalmış, çok acı çekmiş, dokunulmazlıkları 1994 Mart'ında inanılmaz linç kampanyası sonunda kaldırılıp yıllarca cezaevinde tutulmuş, partisi kapatılmış bir insanın (insanların) bugünkü hukuksal konumu hakkında yazıldı.
Dicle kararı, riyakâr meclis çoğunluklarınca ısrarla değiştirilmeyen ilgili mevzuatın, yıllardır her düzeyde süre giden ırkçı/ayrımcı uygulamaların, halihazırdaki mevzuatın bile canına okuyup anasının gözü olmayı marifet zanneden siyasetçi, hukukçu ve yazar çizerin ortak çalışmasının ürünüdür.
İstenildiği kadar eleştirilsin; önündeki düzenleme ve olaya göre karar vermeye çalışan YSK, son ve en masum halkadır. Tabii bu arada, Mart ve Nisan aylarında yargı kararları ortadayken, göz göre göre Dicle'yi aday yapan harekete ne demeli, bilinmez! Vardır bir düşündükleri.
Umarız TBMM'nin görünürdeki iftiharları ve yalnızca bölge seçmeninin değil, çok insanın sevinci/umudu olan bağımsızlar, TBMM'ye girerler ve ülkeyi akıl/vicdan dışı mevzuattan kurtarmak için mücadele ederler. Ve yine umarız, baskı ve korkuyla kendi hukukunu yaratanlar kervanına katılmazlar. (MS/HK)
* Murat Sevinç, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi