Benim adım Aksakal, daha doğrusu bir zamanlar öyleydi, kimse artık öyle çağırmayınca unuttum. Başka gömülen şeyler de oldu muhakkak, ama bütün bunların bu hikâyede bir anlamı yok.
Diğer arkadaşlarımın da benim gibi adları vardı, onlardan bazılarını anımsıyorum. Bunlar kod adı değildi, zaten tıfıllara öyle şeyler yakıştırılmazdı. Bu isimleri bize, yaşamayı kocaman açtığı gözleriyle seven ama hepimizden önce hayattan ayrılan, benden bile iri bir arkadaşımız takardı.
Bu arkadaş kendi çevresine göre köylüydü. Ama kendince bir bilgeliği vardı. Mesela 80 öncesi korsanlarda ne taraftan ateş ediliyorsa o tarafa doğru gidermiş, gerçi bu paltosunda en az bir kaç deliğe mal olmuştu ama postu sağlamdı. Sonra onun bilgeliği benim de işime yaradı, jandarmadan kaçmanın en kolay yolu jandarma karakolunun yanından dışarı çıkmak oldu.
Çoğumuz talebeydik, fakat aramızda düze inmişler, oralardan ve dünden hiç ayrılmamışlar da vardı. Herkesin güzel olduğu zamandı. Devrimi henüz yapmasak da onun için uğraşıyorduk…
Şimdi Erivan’ın hafif dışında bir mezarlığın karşısındaki çeşmenin önündeyiz. Garni suyu, çay için hepsinden daha iyi ondan bidonlara doldurmaya gelmişiz. Başkaları da var. Birisinin telefonu çalıyor, duyduğu sözlerle gülerek havaya sıçrıyor. Diğerleri ne yaptığını anlamıyor. Gitti, istifa etti!!! Herkes anlıyor, kim, ne? Fakat yine de emin olamıyorlar, uzun zaman beklemişler… Kimi arabadaki radyoya koşuyor, kimi telefona sarılıyor, sonra bar, halay…
Sonra arkadaşım Nikola su bidonlarıyla anamın ağırlığında dört kadını arabanın arkasına dolduruyor, ben memleketi arayıp durumu söylüyorum. Arkada benim Türkçe konuştuğumu, duyan kadınlar “siz bizi Azerbaycan’a götüreceksiniz galiba" deyip kahkahayı basıyorlar.
Sonra beş yaşındaki kızım devrimin resmini yapıyor, çığlık atıyor sokaktakilerle birlikte, neredeyse arabadan dışarı fırlayacak. Oğlum teorik takılıyor, “Şimdi bu hareket sadece iktidarı mı hedefliyor, yoksa sistemi kökten değiştirmeyi mi?” diye soruyor.
Sonraki günler herkesin iyileştiğini görüyorum. Özellikle Nikola’nın son bir kaç hafta siniri sürekli tepesinde geziyordu. Şimdi diğerleriyle birlikte adeta eridi. Ufukta Azerbaycan’da da devrim ve Kafkas Federasyonu görüyor. Tabii “inşallah sıra size de gelecek” demeyi ihmal etmiyor…
Sonra ben filinta, açmışım sabahın köründe teybin sesini. İllegal ama Ali Asker’in inleyen çekme bir kaseti yine de bağırıyor: “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır…” Bu benim adetim, nitekim o ara İhtilali erken kalkar yapar diye bir tiyatro oyunu var. Godot’yu Beklerken de bir hayli popüler.
Birisi fırlıyor yataktan “Ulan Mamak’ta bile bu kadar zulüm görmedik” diyor. Diyor da ne oluyor, gülüp teybin sesini biraz daha açıyorum.
Bu bana kızan arkadaşa dair burada bir parantez açmak zorundayım, belki başka zaman yazmak nasip olmaz. Eskilerdendi. Her şeyi bilirdi, bilmiyorsa öğrenmek için bütün zamanını ayırırdı. İslamiyet çalışmak için okulu bir yıl salladığı rivayet olunurdu. Mühendislik okurdu, ama sosyal bilimlerin de tozunu attırırdı. Konuşmayı, biriktirdiklerini aktarmayı severdi. Dinletirdi de. Efsane bu ya, bizim “Gezimiz” olan bir zaman diliminde ODTÜ’de 2. Yurt’ta bir odada gece bir civarı aldığı lafı sabah altıya doğru bıraktığı, daracık odaya doluşmuş kırk kişinin uyumadan onu dinlediği söylenir. Çok sonraları şeytana uydu. Hâlbuki iblisi çoğumuzdan iyi tanırdı.
Mamak’ın acılarını uykusundan uzaklaştıramamış bir kadın arkadaşımız var. Onun evde olduğu sabahlar devrimcinin görevlerini hatırlatma eylemi yapmayı ise unutuyorum…
Herkes devrim yerine en fazla seçimi konuşur hale geldi. Niye böyle? Kendini bir cangıla hapsetmiş filozof buyuruyor: “Devrimi bilmeden devrim yapmaya inanamazsınız”. Yazık bize… O zaman kim inanabilir, yoksa E.H. Carr mı en baba devrimci? Sahiden devrimi kim bilebilir, her şey bilinirse o sahiden devrim olur mu?
Lyon’da zamanında yapılmış ipekleri taşıma esnasında yağmurdan korumak için evler arasında geçitler var, sonra bunlar anti-faşist direniş sırasında militanları korumuş, belki şair Misak Manukyan ve yoldaşları da ellerinde stenle buradan geçti, şimdilerde turist uğrak yeri, sonra, kim bilebilir…
Aniden elinde kamerayla Carlos beliriyor. Buenos Aires’te yıllar önce karşılaştığım Meksikalı Ermeni. Başka bir davanın peşinde, ama devrime kayıtsız kalamamış, onu çekiyor. Meksika’da ve Türkiye’de devrim olsun istiyor…
Niye bu hikâye? Sadece hatırlamak, hatırlatmak için. Ermenistan halkı söyledi: “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır!” Başka? ODTÜlüler DEVRİM’i hep söylüyor, adeta alınlarında yazıyor, bugünki gibi bedeli hep olsa da.
Not: Bu yazıyı Mayıs başında Lyon’da yazdım. O sıra okuduğum Lizbon'a Gece Treni (Pascal Mercier, Çev. İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları) isimli romana borçluyum biraz da bunları yazmayı. (AS/HK)