Nüfus kağıdında 20 Mart yazar ama kiraz mevsimi doğmuş babam Nasuh Mitap, Kırklareli'nde, 1947 baharında veya yazında. Yıldızlı bir gecede doğmuş...
Herkes bilir, iyi bir devrimci, kendi deyimiyle neferdir. Ağabeydir, dosttur, yoldaştır, önderdir. Aslında yıldızdır ve yumruktur. Biraz küskün ve kızgın olsa da, ona göre "bizim insanlarımız" hiç eksilmez. Yüreği dostluk ve sevgiyle doludur hep, hep kucaklar. Mütevazı, özenli ve şefkatlidir. Disiplinli ve çalışkandır. İllegalite dönemlerinden kalma gizlilik kurallarına göre yaşamaktan özel bir haz duyar, gereksiz bilgi paylaşmaz, telefonda konuşmayı sevmez, isim vermez, benimle dahi görüşse hep "bir arkadaş"tır görüştüğü. Sert adamdır ama karıncayı incitmez. Beşiktaşlıdır, benim Fenerli olmamdan amcamı sorumlu tutar. Spora yatkın ve atletiktir, kaya gibidir, işkencede kulak zarları patlamadan evvel çok dengeli olduğunu söylerdi; boks ve güreş bunun kanıtı... Daha 17 yaşındayken mesela, yaşlarını büyük söyleyip Kırkpınar Yağlı Güreşlerine katılmış arkadaşıyla birlikte. Tabi ki kariyerleri ilk müsabakada sona ermiş, sürdükleri yağ bir haftada zor çıkmış; "o da cabası" derdi. Lisede kazandığı güreş kupası İzmir'deki dolabımda hala durur ve benim için hala (yerine göre güreşte, yerine göre boksta) dünya şampiyonluğu kupasıdır.
Yoksul ama onurlu Rumeli göçmeni bir ailenin en büyük çocuğudur babam. Yoksulluk, zorluklar, mücadele bir yana, aşık olmuştur babam, hem de bir kez değil, her seferinde. "Kayda değer" ilk aşkı lise döneminde, mahalleden/okuldan bir kız. "Daltonlar gibi" derdi babam, boy boy ağabeyleri varmış kızın. Ailesinin başkasıyla evlendireceğini duyunca kaçırmaya kalkışmış, zor tutmuşlar... Şiirler yazmış, sonra beğenmeyip yırtıp atmış, yine yazmış. İlk gençlik yıllarını dolu dolu yaşamış yani babam. Koşulları zorlayarak inatla okumuş, bilime inanmış, insanı ve halkını sevmiş, yaptığı her işe coşku ve ciddiyetle sarılmış, yine aşık olmuştur. Annemle evlenmeleri de başlı başına bir aşk hikayesi, bir maceradır.
Kimse bilmez belki ama sesi güzel olmasa da iyi bir müzik kulağı vardır, dinler ve çok keyifli zamanlarında mırıldanır, ıslık çalar. Kedi, köpek ve bilcümle hayvanı, ağaçları ve bitkileri tanır ve sever, bizim kedilere "ev halkı" der, her defasında hastaneden bile selam gönderir... Son 20 yıldır iyi bir çiftçi ve gerçek anlamda çevrecidir, doğayı ve uzun yürüyüşleri sever, sürekli ağaç diker ve büyümelerini izler. Hayatının 13 yılını hapiste geçirdiğinden hep ufuk çizgisini görmek ister, ufka bakarak geleceğe dair planlar yapar. Denizi çok sever, saatlerce yüzebilir ve/veya uzun kumsallarda yürüyebilir, yorulmaz. İyi satranç oynar. Siyasetin yanında Edebiyat, Sanat ve Felsefe'den iyi anlar, Mülkiyeli olmasına rağmen matematik ve fiziğe de ilgi duyar, boş konuşmaz ve konuştuğu zaman muhakkak ilgili konunun en önemli katmanını çözümlemeye yönelir. İncitmeden ve ustaca ikna eder, onunla tartıştığını zannederken birden görüşlerinin değiştiğini farkedersin. Fikirleri, temelinde yatan insani durum ve koşullarla birlikte Devrimci tavır ve yöntemle karşılar, can evinden vurur...
En son tartışmamız meselâ, maddeden bağımsız bir "bilinç" olup olamayacağı üzerineydi. Kendimce, çok az zaman kaldığını bildiğimiz terminal kansere bağlı kaçınılmaz "son"un aslında gerçek anlamda bir son olmayabileceği yönünde imalarda bulunup onu bir nebze olsun rahatlatmak istiyordum. İnternetten bulduğum bir makaleyi okudum ona ve mikro kapsülleri, paralel evren teorilerini, bunların quantum teoremlerine uyarlanabileceğini ve biyolojik olarak sonsuz bir bilinç, bir nevi nirvana olabileceğini falan anlatmaya koyuldum. Sonunda dayanamadı ve yüzündeki oksijen maskesini çıkartarak quantum mekaniğini bulan Max Planck'ın Hitler döneminde ilkeleri uğruna eziyet gören gerçek bir bilimadamı ve devrimci olduğunu, bu türden ispatlanması güç bir tezin ucu açık ve anlaşılması zor görünen quantum teoremine atıfta bulunduğunu/bunun doğal olduğunu ancak "acaba Max Planck'a haksızlık mı ediyoruz" sorusunun da sorulması gerektiğini söyledi... İlk fırsatta Max Planck'ı öğreneceğimi söyleyip gündeme döndüm... Bir süre sonra maskeyi tekrar çıkardı ve "bazı durumları kabullenmeliyiz" dedi. Sustum ve elimdeki iPad'i yavaşça kenara kaldırdım, yıldızlara baktım.
Tam bir hafta oldu onu aynı yıldızlara uğurlayalı, bu kez mevsim güz veya kış. Tam bir hafta, bir yıl ve bir asır. Onu kaybetmek imkansız, ancak kendimden bir parçayı yitirdiğimi biliyorum. Kendim olduğumu zannederken aslında tüm benliğimi onun üzerine kurmuş, gölgesinde durmamaya çabalarken sürekli ona bakmış ve ona göre konumlanmışım. Hastalık süreci, umut, umutsuzluk, direniş, kabullenme ve vedalaşma, ne kadar da acı, zor ve imkansız da olsa, her anını bir o kadar onurlu, görkemli ve eşsiz yaşamasını ve bir Devrimci gibi vedalaşmasını nasıl da bildin Baba. Son anına dek hayatı nasıl da aşkla, dirençle ve inatla içtin. Tam bir hafta, bir yıl ve bir asır.
Seninle gurur duyuyor ve seni çok seviyorum Baba... (EM/HK)