Bu kez size eskimeyen arkadaşım Cemalettin Canlı’nın yazdığı “Aydın Erol Kitabı” adlı çalışmasından (Notabene Yayınları, 2018) biraz bahsedeyim istedim.
Aydın Erol bugün aramızda olmayan bir devrimci. Küçük yaşlarda sarıldığı mücadeleye, hiç de hak etmediği bir biçimde veda etmiş bir arkadaşımız.
Cemalettin Canlı, onun hayatını kendisini yakından tanıyan insanların sözlerine başvurarak bize hikâye etmiş. Sonunu önceden bildiğim bu “macera”, kitabı bitirdiğimde bu “bilme”yi anlamsızlaştırarak beni karamsarlığa itti. Dışarıda kötü bir hava var ondan olsa gerek. Hâlbuki Aydın Erol’un hep o yaşam dolu gülümseyişinde bu tarz karamsarlıklara geçit yoktu.
“Aydın Erol Kitabı” 70’li yılların devrimci mücadelesinin bir panoraması diye okunabileceği gibi, bir yenilgi tarihi, sürgünlüğün, sol içi şiddetin kahredici yıkımı, çürümesi olarak da okunabilir.
Cemalettin Canlı ise kitabı yazma niyetini Önsöz’de anlatırken, “Benim yaptığım, yürüyüp gitmiş olanın ardından, yalnızca yürüyüp gidilmediğini, takip edilesi izler bırakıldığını hatırlamak ve hatırlatmak için iz sürmek…” diye başlayan bir giriş yapmış.
Bence en iyisi bir oturuşta bitireceğiniz bu kitabı kendinizin okuması ve ne anlattığına bizzat karar vermeniz. Eminim ki bu hatırlatma eyleminin herkeste farklı yankıları olacaktır. Tıpkı bende olduğu gibi.
Nitekim, önce aklıma gelen Aydın Erol’la nasıl karşılaştığım oldu. İlk randevudan birkaç gün önce onun ismine, şimdi tam hatırlamıyorum, teksirle mi çoğaltılmıştı yoksa yurtdışından gelme beyaz kağıda basılı küçük boy bir dokümanda mıydı, emin değilim, orada denk gelmiştim.
Asıl rastlaşmamızsa onun cenazesindeydi. Epey insan vardı, benim o zamanlar katıldığım en kalabalık eylem olduğu kesin de aynı zamanda belki de ilkiydi.
Bazılarınız muhtemelen gülümsüyor ama o zamanlar basın açıklaması bile eylemden sayılıyordu. Bir devrimcinin cenazesine katılmak ise basbayağı eylemdi. Sanırım okuldan arkadaşlarla gitmiştim. Biraz yere bakar bir halimiz vardı. Çünkü Aydın Erol’un niye öldürüldüğü bir muammaydı. Bildiğimiz kadarı da başımızI yerden kaldırmamıza yetmiyordu. Yağmur var mıydı, tam hatırlamıyorum fakat sanki 12 Eylül yenilgisi tepemizdeki karanlık bulutlar eşliğinde bir anda, orada üstümüze çökmüştü.
Sonra eskilerden (eskilerden dediğime bakmayın muhtemelen bu arkadaşın yaşı o zaman yirmilerinin ilk yarısını ancak devirmişti) birisi Aydın Erol’un cenazesi başında onun anısına bir konuşma yapmaya çalıştı. Biraz önce yanımızda yöremizde olan, pos bıyıklı, devrimcilerden olduğunu zannettiğim kişilerden bazıları konuşma yapan arkadaşı susturmak (ve muhtemelen daha önce uzunca bir süre kaldığı DAL’a -Derin Araştırma Laboratuvarı- tekrar işkence yapmaya götürmek için) aç kurtlar gibi saldırdılar. Fakat devrimciler arkadaşlarına sahip çıktı, ama elleriyle ama sloganlarıyla. Artık başımız yerden kalkmıştı…
Daha sonra ara ara yine ondan bahsedildi, anlatılanlar daha çok efsaneye benziyordu. Bundan on yıl kadar önce bir başka arkadaşım Murat Gültekin “Aydın Erol: Gerilla Kampında Devrimci Bir Balet” başlıklı yazısıyla en azından benim için işin rivayetler kısmına son verdi. Murat o yazısının bir bölümünde şöyle diyor:
“Aydın Erol, ışık patlamalarıyla dolu bir fonda sürdürdüğü dansını bundan 21 yıl önce bitirdi. Şimdi bazılarına 20 bin yıl öncesi gibi gelen o günlerde, Aydın Erol, sevgi ve yoldaşlık dolu soluğuyla bambaşka bir dünya için ter döküyordu. Onun üzerine düşen kanlı perde, yoksul sokaklar, sahipsiz çocuklar, yiten umutlar ve gittikçe kabaran düşmanlık dalgaları olarak hâlâ o uğursuz sahnede duruyor.”
Acı olan Murat’ın bu yazısından on yıl sonra benim de o uğursuz sahnenin artık yerle yeksan olduğundan söz edemeyişim. Aksine günbegün artan bir kâbuslar silsilesi olarak sürmesi. Fakat insan bazen birilerini görünce bu haline bile şükredesi geliyor. Düşünsenize arkadaşlarınızı bir biçimde geride bırakmanın rahatlığıyla, her gün kendi gençliğinize ve o gençliği şekillendiren ne kadar değer varsa küfrederek başlıyorsunuz güne. Ne büyük bir acı olmalı…
Her şeye rağmen umut taşımak, belki bir tür ileriye kaçma eylemi ve bunun için bile hafızaya ihtiyacımız var. Özellikle bu belleğin önemli bir kısmını Aydın Erol gibi gülüşleri, yaşama sevinçleriyle ışıtan insanlar oluşturmalı…
Aydın Erol’u vurdular biz öldükKitabı bitirince biraz da sohbet etme ihtiyacından olsa gerek aklıma takılanları Cemo’ya sordum: Kitabı hazırlamaya başlarken Aydın Erol nasıl biriydi senin için, şimdi kim? Sen de gayet iyi bilirsin ki Aydın Erol bizim kuşak açısından biraz efsane biraz gerçektir. Dar zamanlarda televizyon yayınına girip Kenan Evren’in sözünü ağzına tıkandır. Yani olabilirlik ve umuttur. Ama aynı zamanda da öldürülmesine giden yol ve ölümü açısından yaradır. Üzerine tam konuşalamayan, konuşulduğunda da konuşanın kendisini doğrulamaya gayret ettiği bir açık yara. Başlarken hemen hemen bu noktalardaydım, bitirince hakkında anlatılanların az bile olduğunu anlıyor insan. Bir de o yaranın halen açık olduğunu ve ancak onun kadar yaratıcı ve özverili insanların o yarayı sağaltabileceğini... Demem o ki yeri boş. Demem o ki Aydın Erol bahsinde vay bize vaylar bize. Kitabın önsözünde senin görüşme talebine yanıt vermeyenler, özellikle savsaklayanlar olduğunu söylüyorsun ve bunlara teşekkür etmiyorsun. Bu niye böyle oldu? Aslında Aydın Erol'u öldüren melanet hala yaşamaya devam mı ediyor? Zaman ve olanak sınırlılığı dolayısıyla bazı insanlara ben ulaşamadım, o eksik bana. Bir de ulaştığım, konuşsa, paylaşsa iyi olacaklar vardı ki, bir kaç kişi uzak durdu diyelim. Politik bir uzak duruş olduğunu sanmıyorum. Haksızlık etmek istemem, belki zamanları olmadı, belki araya giren 15 Temmuz darbe süreci biraz daha temkine yöneltti, kim bilir belki de o sayfayı kapatmışlardır. Ama dediğim gibi politik bir yönü olduğunu sanmıyorum. Öldürüldüğü süreçteki gelişmelere bağlı bir yönü varsa bile bana yansımadı. Aydın Erol'un ölümü sadece sol içi şiddet mi, başka anlamları da var mı sence? Örneğin bir "yenilgi"nin finali olarak okunabilir mi? “Her söylediğin doğru olacak ama her doğruyu her zaman söylemek doğru değildir” sözü, oportünizme açtığı kapıyı akılda tutmak üzere önemserim. Sol adına acı ve utanç duyulası şeylerden söz etmek her durumda incitici. Yani her şey söylenmiyor, bazı şeyleri de zamanında söylemedikten sonra kıymeti kalmıyor. Hasılı kitapta şöylece toparlamaya çalıştım. “Olayların gelişimi, çözülmenin, yer yer çürümenin, sol içinde bir virüs gibi çoğalan rekabetçiliğin, tahammülsüzlüğün, sorumsuzluğun ve daha nice olumsuzluğun kavşağında gerçekleşen bir kaza olduğunu gösterse de,...” Bütün bunların sağlıklı bir işleyişe delalet etmediği çok açık. 1987 yılında göremesek de bugünden bakıldığında sürecin toplamının bir yenilgi olduğuna da kuşku yok. Ne demeli, kitaba İlyas Salman’ın “Seni Vurdular Biz Öldük” sözlerini isim yapmak da geçmişti aklımdan. Halen öyle geliyor, Aydın Erol’u vurdular biz öldük. |
(AS/EKN)