slavoj žižek: “başkaldırmak öznel bir bildiridir, kişinin kendi koşullarına nasıl ilişkilendiğinin, onları nasıl öznelleştirdiğinin üstü kapalı bir deklarasyonudur”
bu sözler slavoj žižek’in encore yayınları içinde yayınlanan “komünist ufuk” adıyla basılan makalesinde yer alıyor. asıl olarak “günümüz ve yakın dönemdeki halk ayaklanmalarına dair bir kuramsal yaklaşımı sergilediği bu yazıları okuduğum sırada başladı “gezi parkı direnişi”
bu yazıya oturmadan birkaç gün önce beni arayan sevgili nadire’yle telefon konuşmamızda “ölmeden bir devrim gördüm ya, artık gözüm arkada kalmayacak” dedim.
kendiliğinden döküldü sözcükler ağzımdan. 10 gündür uzaktan tanık olduğumuz tüm ülkeyi kaplayan gezi direnişinin beynimde biriktirdiklerinin bir dışa vurumuydu belki de bu sözler. belki de artık hepimizi ömür denen zamanın kısalığı ile ütopyalarımızın erişilmezliği arasındaki çatışmanın bir dışavurumuydu.
ama sanırım asıl tetikleyicisi yine nadire’nin bu sözler dilimden dökülmeden önce dediği “orada başka bir yaşam kuruldu, tam senin istediğin gibi, para pul geçmiyor, herkes elindekini paylaşıyor” deyişiydi.
bu sözlerin biraz gerisinde de 77 yaşındaki “inançlı bir müslüman” olan annemin gezi parkı’na sahip çıkışı ve oradaki ağaçları kesecek olanlara yönelik bedduası da etki etmişti muhtemelen.
annemin ağzından daha önce iç bir toplumsal eyleme dair “destekleyici” bir mesaj çıktığını duymamıştım. hele içinde çocukları ya da sevdikleri varsa, kuşkusuz her anne gibi onları öncelediği için hep “katılmama/bulaşmama” yönünde uyarılarda bulunmuştu.
şimdi “ben de gideceğim oraya” derken çok belli ki o da yalnızca duyup işittiğiyle bir dönüşüm yaşamıştı kendi içinde.
dönüşümlerimiz...
kaç gündür bunu düşünüyorum. bu sürecin insanlarda yaptığı dönüşümler.
en büyük, en kökten, karşıtına en çok benzeyen dönüşümlere “devrim” dendiğini, denilmesi gerektiğini ben de biliyorum.
marksist literatürdeki “toplumsal devrim” varolan yapının aşağıdan yukarıya yıkılıp yukarıdan aşağıya yeniden kurulması, başka bir deyişle iktidarın ezilenlerin, emekçilerin, proletaryanın eline geçmesi olduğunu da...
ama bu bilgi “ayaklananlar için eğer iktidar bir olgu bir durum olarak gündemin dışındaysa, hedef değilse bu durumda ‘devrim’ artık ortadan mı kalkacaktır; iktidar olmadan bir devrim olamaz mı” sorusunu yanıtsız bırakıyor.
devrim bir iktidarla bağlantısı olsun olmasın öncelikle eskiye değil yeniye, geriye değil ileriye doğru bir dönüşüm halidir “bence”.
ve yine “bence” en önemli dönüşümler ise tüm bunları yapacak olan insanların içindeki dönüşümlerdir: “kendi içinde devrimini yapamayan, onu kendi dünyasında yaşayamayan bunun gereğini de yapamaz”
eğer bir insan kendi içindeki dönüşüm sonucunda bir olay ve durumda, bir insanla ilişkisinde, hiçbir baskı, zorlama ya da dayatma olmadan, kendi “devrim”i öncesinde asla yapmayacağı bir şey yapıyorsa, ya da hep tersini yaptığı halde artık öyle davranmıyorsa o “devrim”in artık dışa vurduğu ve toplumsal bağlamda bir dönüşüm yarattığını da söyleyebiliriz.
gezi parkındaki “devrim”ler
gezi parkı olayları da bu türden bir çok “devrim”e tanık olmamıza neden oldu, oluyor.
bunların en büyüğü bu ülkede yaşayan insanların, mevcut sistem karşısında “güçsüz” olduğu düşüncesiydi. evet iktidarın her şeyi vardı. kurumları, olanakları, kaynakları, insanları, medyası, destekçileri...
tüm bunlara karşın, yaşı, etnik yapısı, cinsel kimliği, konumu, bilgisi, örgütlülüğü ne olursa olsun bir insanın, bir gencin, pek de bir şeyden haberi olmayan, yalnızca itaat etmeyi ve söyleneni yapmayı öğrenmiş bir çocuğun asıl gücünün kendi içinde olduğunu fark etmesi ve bu korkuyu yenmesi de bir “devrim”di ve oldu!..
çocuklar bunu önce çocukluklarıyla, çocuksu duyarlılıkları, saflıkları ve bilgisizlikten kaynaklanan korkusuzluklarıyla öğrendiler. evet onlar daha önce defalarca gaza, suya, plastik mermiye muhatap olsalardı, oradan kaçarlardı. bilenler ise “bence” o çocuklara bakarak öğrendiler korkmamayı. evet biber gazı, boyalı su, plastik mermi bu gücü alt edemiyordu. onları kullananlar da “üç gün” içinde fark ettiler bunu; ve bu da onların “devrimi”ydi, çünkü ezberleri bozulmuştu:
“zor”un en büyük “çözümleyici” olduğunu sananlar bunun “çözmediğini” ancak sorunu “aynı noktada” tuttuğunu, hatta zamanın “birikim etkisiyle” sorunu büyüttüğünü gördüler.
aslında bu fark ediş gezi parkı öncesinde, yakın dönemde roboski’de, reyhanlı’da, biraz geriye gidilirse newrozlarda, amed direnişlerinde, imralı önlerinde yaşanmıştı. gezi direnişi bu gerçeğin yalnızca bir sağlaması işlevini gördü.
zorun hem hedefini hem de karşıtını var ettiği biçiminde özetlenebilecek “tarihte zorun rolü” bir araç olarak “zor”u her kesimin bir kez daha irdelemesini gerektiriyor. bunu yaparken “barış süreci”nin nasıl şekillendirildiği olgusuna da bakılmalı.
politika tanımında “devrim”
sanırım gezi direnişinin gerçekleştirdiği ikinci önemli dönüşüm “tanımlama, nitelendirme ve adlandırmalarla” ilgili olarak gerçekleşti.
“apolitik gençlik” tanımlaması, nitelendirilmesi, adlandırılması bir gerçeği ifade etmekle birlikte o gerçek aslında “politik” olanın “ne”liğine dairdi. evet gençler eğer bir “iman etme” durumu söz konusu değilse hemen hiçbir politik örgütlenmeyi gönüllü olarak yeğlemiyorlar, içinde yer almak istemiyorlar ya da yer almışlarsa etkin olmuyorlardı.
ama bu gerçeğe karşın onlar her zaman, her durumda, okulda, yurtta, eğlence yerinde, sokakta, statta, elektronik ortamda bir “birliktelik” hali yaşıyorlardı ve bu “birliktelik” hali klasik marksist kaynakların tanımladığı hiçbir “örgüt”lenme biçimine benzemiyordu. onlar “örgütsüz”düler ama bir ağ gibi ve ağ içinde “birlikte”ydiler. üstelik o birliktelik daha ilk rastlaşmalarında bile “maddi dayanakları”nı yaratabiliyordu.
bu bağlamda “politik”lik bireysel ya da grupsal, “teorisi” olmayan esnek bir pratik birlikteliğe dönüşmüştü. dolayısıyla “örgütlenme” de örgütsüz bir örgütlenme hali söz konusuydu ve bu mümkündü. üstelik bu birliktelik anında tepkisini bulan ve hemen çoğalıp genişleyen “küresel” bir birliktelikti.
süreç içinde herhangi bir politik yapının tek başına ya da ittifaklar halinde gerçekleştirdiği eylem ve etkinliklere göre, gençliğin kendiliğinden ve salt benzerlikler temelinde, gevşek ama birbiriyle teması yitirmeyen örgütlülüklerin eylem ve etkinliklerde öne çıktığını gördük.
bu da kanımca “gençlerin apolitik olduğu yolundaki” saptamanın irdelenmesi yerine politik düşünce, politika yapma ve örgütlenme tarzının irdelenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
bu dönüşüm henüz başarılamadı.
bunu, yukarıda söz ettiğim “komünist ufuk” kitabında žižek “direniş eylemlerinin gücü (onların) ideoloji(leri)nin pozitif programı genel olarak bir tarz ‘doğrudan’ demokrasi olur. tahakküme yapılan vurgunun vardığı yer demokratik program olurken, sömürüye yapılan vurgunun vardığı yer bir komünist program olur” demesine, sol-radikal politik yapıların bunların bir iktidar yaratma doğrultusunda olduğu sanısını hâlâ ifade etmelerinden yola çıkarak söylüyorum.
evet gezi parkında “doğrudan demokrasi” ile kararlar alınıyor, yaşam “komün” denilecek dayanışma örnekleriyle sürüyor ama oradakilerin komünizmi herkese dayatılan bir “iktidar biçimi” olarak tanımlanan komünizme benzemiyor.
“lidersiz ve eşit topluluk olmak”
kanımca üçüncü önemli dönüşüm “lider” algısına ve liderin niteliğine ve nasıl olması gerektiğine dair şekillenmiştir. karizmatik ve her durumda “ben”ini ortaya koyan liderlik formlarının artık tarihin çöplüğüne atılmasının zamanının geldiğini göstermektedir bu eylemlilik süreci.
gezi direnişi sırasındaki “tayyip istifa” aslında birey olarak “recep tayyip erdoğan”ın gitmesini istemenin ötesinde bir gerçekliğe tekâbül etmektedir çünkü. topluluk örgütlü olmasa da “sürü” de değildir ve asla bir “çoban”a ihtiyaç yoktur. çünkü her çoban, çok acıktığı, ya da canı istediği zaman sürüsünden birilerini “kesip yeme, dağıtma” hakkına da olanağına da sahiptir. “sürü” olmayınca haliyle bir “çoban”a, bir “lider”e gerek de yoktur.
bir sırrı süreyya’nın akp’liler dahil herkesçe kabulünün asıl nedeni ne onun soyadından ne de kendiliğinden ortaya çıkan lider kimliği değil, tersine dokunulabilir, diğerleriyle eşit ve aynı konumda bir durum ve duruşu yeğlemesidir. gençliğin tıpkı bir pop yıldızına tapar gibi, tüm politik niteliğinin ötesinde che’yi sevmeleri ve ona yönelik duyguları, onun da aynı özellikleridir ‘bence’: che bir topluluk içindeyse yüksekte durmaz, konuştuğu insanlarla aynı düzlemdedir. onlar gibi giyinir, onlar gibi davranır, onlarla güler, onlarla hayal kurar. che’nin de elinde bir sigara ya da içki kadehi vardır. o toplantı masasının gerisinde duran sandalyeye oturmak yerinde yanında ayakta durur, bir bacağını yukarı kaldırır ve oturulması gereken sandalyeye ayağını koyar, bir kolunu da yukarıdaki dizine koyarak toplantıyı sürdürür ve tüm protokoler tutum ve duruşları reddederek davranır; üstelik de yalnız “normal” yaşamında değil, “politik” yaşamında da. bu davranışların hiç biri bir liderin ya da önder’in halktan biri gibi görünmesine yönelik programlı, planlı tutumlar değildir.
o ama o kaba saba da değildir, kendince bir zarifliği içinde gerçekten birlikte davrandığı herkesle bir eşitliği ortaya koymaktadır. onun için “liderlik” hali toplumsallaşmış, liderliğin reddi, dolayısıyla “herkesin lider olduğu” / “kimsenin lider olmadığı” bir hâle dönüşmüştür.
liderin olmadığı yerde ise devrimin yukarıdan aşağıya örgütlenmesi olası değildir belki ama zaten yeni toplumda böyle yukarıdan aşağıya örgütlenmiş bir devrim algısı da, ihtiyacı da yoktur. onların talep ettikleri yeni düzenleri kimsenin yaşamlarına karışmadığı bir düzensizlik halidir. işte o yüzdendir ki yeniden bir “ulus devlet”, yeniden bir “çok uluslu bir devlet” yaratacak tutumların ardında, “iman edenler dışında” kimse durmamaktadır. iman ederek duranların ise bu durum ve duruşlarını uzun süre sürdüreceklerini ileri sürmek çok olanaklı değildir.
“devrim hali”
“teori yok, örgüt yok, lider yok o zaman bu devrim nasıl bir devrim” diye soranlara şimdilik yanıtım herkesin kendi içinde yaşadığını o devrim halini halidir. bunu o insanlarla konuşarak ve onları dinleyerek görebilirler. tabii bir de gezi parkı’na gitmek ve oradakilerin tümünün oluşturduğu “komün”e katılmak bir yolu olabilir bunu anlamanın. ilk karşılaşacağınız şey sevgili nadire’nin dediği: çünkü žižek’in “etik bir devrim” diye yaptığı şu tanım doğru: “parayı insanın varlığının üzerine yerleştirmenin yerine, bunu kendi hizmetimize yeniden sokmalıyız. bizler insanlarız, mallar değil. neyi, niçin, kimden satın alıyorsam o mal değilim” bu cümlenin ardından gelen sorunun yanıtı gezi parkı’nda.o yüzden şimdi (şu anda) sadece ilkini söyleyebiliyorum. yarın ise ikinciyi yaşayacağımı umuyorum.
“devrim içinizdekidir”, “devrim sizsiniz”...
“devriminizi fark edin ve yaşayın”. her yerde, her zaman...
herkesin “kendi devrimi” kutlu olsun... nice devrimlere... (MS/ÇT)