Žižek’in 8 Kasım’da Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı, “Günümüzde Hâlâ Anti-Kapitalist Olmak Mümkün Mü?” başlıklı konuşma tam olarak ne üzerineydi?
Konuşmasının sonuna doğru söylediği, daha doğrusu sorulardan birine verdiği yanıt bu konuşmanın bir hazırlığın parçası olduğunu gösteriyor: Slavoj Žižek, belki de kuramını bir bütünlüğe kavuşturmayı; işaret ettiği özgürlük arayışının bir rehberi haline getirmeyi deniyor.
Sorulan soru, “Peki, bunca söylenenlerin ardından, tam olarak ne öneriyorsunuz, yani yeni proletarya kim, kurtarıcı özne kim, software uzmanları, yani yazılımcılar mı?” sorusuydu. Yanıt dolambaçlı oldu; Žižek, “ben daha önce de söyledim, soru sormakla yetiniyorum, filozof soruları soran kişidir” gibi bir yanıt verdi ama “bu okuduklarım aslında bir çalışmanın taslağı, tamamlanma yolunda bir çalışma,” diye ekledi.
Žižek konuşmasının tek tek parçaları çeşitli eski yazılarında ve kitaplarında da yer alıyor aslında. Fakat artık parçalar bir bütüne doğru yol alıyor, vurgu felsefeden bir eylem perspektifine doğru ister istemez, entelektüel alanın zorlaması nedeniyle kayıyor sanki.
Žižek'in sınırları zorlama arzusu...
En azından, konuşmanın bazı vurguları bunu gösteriyor. Örneğin, konuşmanın başlarında Žižek, konuşmanın ana eksenini oluşturan “kapitalizm” ile ilgili olarak şu hikayeyi anlattı: yakın bir zamanda, arkadaşlarından biri bir dergiye, içinde “kapitalizm” teriminin geçtiği bir yazı götürür; dergi editörü yazara bu terim yerine başka bir terim, örneğin “sosyo-ekonomik” gibi tarafsız bir terim kullanmasının daha uygun olacağını söyler. Žižek, bunu aslında günümüz dünyasının en temel sorunu olan “kapitalizm”e yönelik vurgu ve eleştirinin düşünce hayatından silinmekte olduğun bir örneği olarak gösterdi.
Bu tür vurguları gitgide artıyor sanki Žižek’in; bu konuşmanın büyük bölümü sol aydınların eleştirisine ayrılmıştı ve girişte Cambridge ve MIT gibi yerlerdeki çalışmaların bir tür kısırdöngü içinde olduğunu ima eden sözler söyledi: aslında Žižek’in bir sınırı fark edip zorlama arzusunun kökenleri daha geriye çekilebilir; 2005 yapımı Žižek! adlı belgeselin bir noktasında da, yayımcısı Verso Yayınevi’ne Lenin Üzerine kitabını götürdüğü zaman, yayımcıların gönülsüz davrandıklarını söylüyordu Žižek. Üstelik Lenin Üzerine adlı kitabı tam da şu satırlarla açılıyor:
“Lenin’i yeniden ele almaya herkesin ilk tepkisi elbette alaycı bir kahkaha patlatmak olacaktır. Marx’a diyecek yok, bugün Wall Street’te bile onu sevenler var … Oysa Lenin öyle mi?” (Lenin Üzerine, 7)
Peki Žižek öyle mi?
Žižek konuşmasında bir dizi sınıflandırma yaptı, felsefeden uzak kalmaya çalıştığını söyleyerek ama temel kavramlarının tartışmasına, ayrıntılandırmasına girmekten kaçınamayarak… Öncelikle küresel kapitalizm ve liberal demokrasi seçeneğine solun ne tip yanıtlar verdiğini sınıflandırdı: 1) Tam kabul edenler: özgürleşme ve hak mücadelesine devam ama büyük bir umut yok, olasılık demokratik sosyalizm, bunu savunanlar en azından dürüstler, sonuçta bu eski Sovyet sosyalizminin sloganını hatırlatıyor: insani yüzlü sosyalizm. 2) Küresel kapitalizm ve liberal demokrasi burada kalacak ama ondan uzak durmalıyız diye düşünenler: direniş politikası geliştiriyorlar, kapitalizmi kader sayıyor, iktidara heves etmiyorlar; bir tür asalaklık yaklaşımı. 3) Mücadele çok güç diyenler: bugünkü demokrasi bir toplama kampına benziyor, şiddet yoğunlaşmış durumda, bu yüzden kültürel çözümlemelerle oyalanıyoruz. 4) mücadele boşuna, işçi sınıfı mücadelesi mümkün değil, düşüncesinde olanlar; Jameson bunun bir örneği, kültürel incelemeler yaparak koşulların olgunlaşmasını bekleyebiliriz.
Bunun dışında Heidegger’in, Adorno’nun konumu gibi, sorunun toplumsal örgütlenmeyle ilgili değil dünyayla ilgili bir sorun olduğunu öne sürmek, gerçeklikle ilişkimizin çözümlenmesi gerekli demek konumu var. Ya da Zapatistaların, “sub-comediante Marcos’un” (Žižek’e göre Meksikalılar ona böyle sesleniyormuş) ahlakçı eleştirileri, liberallerin çok hoşuna giden idealist öğüt ve şakaları var. Ya da postmodern konum var, buna göre de sorun kapitalizm karşıtı olmak değil hegemonyanın çoğulcu kalesi var, kapitalizm karşıtlığını özselleştirmenin anlamı yok.
"Kapitalizmin doğallaşmasını kabul ediyor muyuz?"
Žižek’e göre bütün bunlar karamsar zamanların halleri; bütün konumlarda yer alanlar, bir bakıma, “somut mücadeleyle karşılaştıkları zaman bunun sınıf mücadelesi olmadığını kanıtlamaya çalışacaklar.”
Sınıflandırmanın ardından Žižek, kapitalist demokrasinin dışında bir hayat düşlemenin güçleştiğini bir kez daha hatırlatarak, apaçık durmasına karşın görülmesi zor, ilginç bir olguya dikkat çekti: “Son altmış yıldır Avrupa’da ne oluyor? Bence, insanlık tarihinde hiçbir zaman bu kadar çok insan rahat, refah içinde yaşamamıştı. … Kapitalizmin bu doğallaşmasını kabul ediyor muyuz, yoksa antagonizmalarını ortaya koyacak mıyız?”
Ve bu noktada, konuşmasının ikinci sınıflandırmasını yaptı: “Kapitalizm her sorunu çözmeye yetenekli, çözebileceğini, sorunlarla kendini geliştirdiğini biliyoruz, yine sorunları aşabilir, ama bu kez aşamayacağı bir limit olduğunu, dört temel kriz olduğunu düşünüyorum.” 1) Ekolojik Kriz: piyasa bunu çözebilir fakat piyasa toplumsal mekanizmanın işlemesi ilkesine dayanır, oysa bir felaket olasılığı ve durumunda, toplumsal mekanizma çözülmeye eğilimlidir, ekolojik felaket durumunda toplumsal mekanizma çökebilir. Burada, özellikle krizin insani kararlara dayanan boyutu önemli. Bir nükleer savaşın başlaması, basit bir insani karara bağlı olabilir ve böyle koşullarda piyasa oyunu yürümeyebilir. 2) Entelektüel Mülkiyet Krizi: Napster’dan biyogenetik alanındaki sorunlara dek uzanan bir yeni özel mülkiyeti tanımlama sorunu var; genlerimize kadar telifi alınmış bir dünyada, piyasa aşırı salınımlara maruz kalacaktır, bu da bir risk. 3) Teknobilimsel Uygulamaların Krizi: yeni genetik uygulamaların etik doğada yol açtığı değişimler; özel şirketlerin insan doğasını değiştirebildiği bir ortamda, özel mülkiyet farklı bir çerçeveye girecektir. 4) Yeni Apartheid Biçimleri: Berlin Duvarı’nın çöküşünden bu yana yepyeni duvarlar dikiliyor, Meksika sınırında, İsrail sınırında, Irak’ta... ve en önemlisi, varoşlarda, gecekondularda... Günümüzün en önemli jeopolitik sorunu, gecekondulardaki, barakalardaki, nüfusu 1 milyara varmış olan insanlar.
Ve bu noktada, Žižek temel sorusunun bu dört temel antagonizmanın nasıl birbirine bağlanacağı konusunda olduğunu belirtti ve toplumsal mücadelenin ilk aşamada işçi sınıfını içine kattığını, ikinci aşamada kırsal, geri kalmış bölgeleri içine kattığını, bu yeni aşamadaysa, dışlanan, gecekondulardaki, slum’lardaki insanları içine katmak, politikleştirmek zorunda olduğunu belirtti. Konuşmasının geri kalan kısımları, artık bu çerçevenin süslenmesi, anti-kapitalist olmanın temel yolunu ararken karşılaşılan başka sorunlardı. Sonunda tekrar, aynı temel soru: önümüzde bir kriz ya da krizler ortamı var, bunun arkasından kapitalizmin doğurduğu yeni bir otoriter sistemle mi baş başa kalacağız, yoksa komünizm mi (common’ların doğurduğu communism, ortakların doğurduğu ortaklaşmacılık) gelecek; yeni apartheidcı duvarlar mı çekilecek, yoksa yeni bir komünizm mi olacak?
Ee, peki Žižek komünist mi?
Bunu sormak şart, çünkü Žižek karmaşık bir kişi. Sık sık kendi yazılarına gönderme yapması ve kendi yazılarıyla bir ortaklaşmacılık ilişkisinde olması, soruya “evet” dedirtebilir. Ama çevre sorunlarıyla ilgili yorumları, hatta bugün kullandığımız petrolün büyük bir felaketin ürünü olduğunu, belki de doğayı idealleştirmeyip doğanın kendisini doğal olmayan bir şey olarak algılamak gerektiğini söylemesi, bir çevreciyi çileden çıkardı ve Murray Bookchin’in tezlerini (kapitalizm-doğa ilişkisi) hatırlatmasına yol açtı. Žižek, buna doğrudan yanıt vermedi elbette. Bir başka seyirci, Žižek’i söylediklerinin tıpkı kendi düşüncelerine benzediği, hatta kendisinin daha önce bunları önermiş olduğu konusunda uyardı. Žižek buna da “güzel bir yaklaşım” diyerek düşüncelerini bir süre daha ayrıntılı açıkladı. Kanımca Žižek çağdaş bir Marx, her ne kadar “filozof sorular sorar, benim bütün yaptığım bu” dese de, bu düşünce hattı bütünsel bir sistem çözümlemesine doğru gidiyor. Ama komünist mi? Komünist değilse neden yeniden bir komün’lerin, ortak’ların çağına geldiğimizi ama sistemin sürekli ayrılıkları, farkları vurguladığını söylüyor? Ya da neden, ısrarla, Lenin, Mao, Troçki üzerine kitaplar hazırlıyor; ve çekinmeden Stalin’i anıyor?
Bu çerçevede, belki de Žižek’i sorgulamayı bırakıp Žižek’e Türkiye’de ne gördüğünü sormak gerek. İki gün boyunca 400-600 kadar insan Žižek’in konuşmasını dinledi. Žižek, şiddetin en uç noktalara kadar götürüldüğü bir bölgeden, sosyalist ideolojinin yıllarca okunduğu ve sonrasında bir anda silindiği bir bölgeden geldi. Kapitalizme karşı bir yol, hatta komünist bir yol aramanın zorunluluğundan bahsetti. Konuşmasının sonunda önce bir sessizlik, sonra alkış koptu.
Žižek, o anda ne gördü: Komünizme hevesli, anti-kapitalist bir insan topluluğu mu, yoksa bir gazetenin bir gün önceki ilk konuşmasının ardından kendisi için yazdığı gibi “ikinci evliliğini 28 yaşındaki bir genç kızla yapmış 58 yaşındaki filozofu” alkışlayan bir insan topluluğunu mu? Türkiye’nin cenazelerle kaynayıp ekranların silahlı insanlarla kaplandığı günlerde, Žižek, Bilgi Üniversitesi’nin salonunda anti-kapitalist çağrısını dile getirdi. Temmuz ayında Marxism 2007 festivalinde bir araya geldikleri George Galloway’in, kendisinden birkaç gün sonra İstanbul’a gelip Uluslararası Kudüs Toplantısı’nda konuşacak olması onu şaşırtır mıydı? Kim bilir? Fakat bana öyle geliyor ki, Marx da Žižek’in yerinde olsaydı aşağıdakine benzer bir yorum yapardı günümüz Türkiye’si için (Marx komünist miydi?), ama acaba Lenin ne derdi (Lenin anti-kapitalist miydi?)?
"Uzlaşmazlıkları karşı karşıya getirelim"
“Türkiye’deki ılımlı İslamcıları Kemalistlere göre daha yumuşak ve Batı’nın istediği noktaya daha yakın görüyorum. Türkiye bir başka İslam’ın var olabileceği örneğini oluşturabileceği için çok önemle incelenmeli. Ben ‘Oturup bir ortak nokta bulalım ve uzlaşalım’ demiyorum, aksine hepimiz sivri yönlerimizi ve uzlaşmazlıklarımızı karşı karşıya getirelim diyorum. Bir uygarlıklar paktı oluşturmaya değil karşıt yönlerimizi karşı karşıya getirerek yeniden yaratmalıyız.”
Žižek’in “ılımlı/başka İslam” konusundaki ilgisini yorumlamak güç. Fakat bütün her şey bir yana, Žižek’in örtülü bir şekilde Yugoslavya ile Türkiye karşılaştırması yapmasını isteyen bir soruya verdiği yanıt kıvrak ve zekiceydi. Yugoslavya’nın her şeye rağmen eşitlikçi bir yapıya pek sahip olamadığını hatırlattı ve bu arada kendisinin bir zamanlar Yugoslavya’nın resmi dili olarak İngilizcenin kullanılmasını önerdiğini söyledi: gerçekten de eşitlikçilik, ortaklaşmacılık tam da bu tür bir şey değil mi, herkesin kendisine özgü, tekil olandan vazgeçip bir evrenselde buluşması? Herhalde bu yüzden, Žižek, konuşmasının bir yerinde de bunu vurguladı: Devrim ertesi gündür, devrimden sonraki gündür – ekmeğin dağıtılacağı, herkesin ortak sorunları çözmeye başlayacağı, ortak dile katılacağı gün. Şimdi, Žižek’in bir deyimiyle, bir yarıktayız, paralaks bir yarıkta. (SG/NZ)