İstanbul, temmuz sonunda, yaz ortasında tarihinde görülmemiş bir fırtınaya tutuldu; gökten düşenler ve yağış gittiğinde, geride uçan çatılar, yıkıntılar, zarar görmüş yapılar ve araçlar, patlamalar ve felç olmuş bir kent yaşamı bıraktı.
Fırtınadan sonraki o sessiz ilk günün en iç burkan manzarası ise zaten birkaç ağacı kalmış kentten gelen yıkılmış, devrilmiş ağaç görüntüleriydi.
Aralarında Çengelköy’ün 180 yıllık tarihi çınarı da vardı. Fırtına ağacın heybetinden korkmamıştı belli ki, yüzyıllık gövde direnememişti. Diğerleri gibi dimdikliğini kaybetmişti. Ağaçlar ayakta ölmemişti.
Hem kentler, hem de insanlar için olumsuz yaşam olaylarından etkilenmemek mümkün değil. Sevilen birinin ölümü, iş kaybı, ölümcül hastalıklar, saldırılar, doğal afetler, savaş ve göç gibi zor yaşantılara şahit olur veya bunları yaşar da insan, nasıl baş eder? Nasıl devam eder?
Beklenmedik bir anda başa gelen travmatik olaylardan sonra sarsılmak verebileceğimiz en doğal tepki. Korkar, çaresiz hisseder, belirsizlikleri zihnimizle doldurmaya çalışır, öfkelenir, anlam vermek ister, acı çekeriz. Ancak herkes de “iyileşmek” için terapistlerin kapısını eskitmez ya… Çoğu insan devasını kendi bulur.
Kerameti kendinden menkuldür insanın, fırtına geçip de ortalık sessizleşmeye başladığında, yaşadığı olumsuz olayların ilk etkilerinden sıyrılıp, eski haline dönebilme gücüne de sahiptir. Hayran kalınası bir şifa mekanizması saklar herkes kendi içinde. Sarsılır, düşer ama devrilmez, toplamayı bilir kendini. Hatta bu dayanıklılık hali için travma literatüründe kullanılan kavram bile var: “Bounce back”. Anlamı kendini toparlamak ama tam Türkçeye bir nevi “sekip geri gelmek” olarak çevrilebilir. Yani travmaya çarpmak ancak mevcut duruma geri dönmek.
Sekmek eylemi, biri sert diğeri esneyebilen iki nesnenin çarpışmasını gerektirir. O halde dayanıklılık için esneyebilmenin şart olduğunu söylemek yanlış olmaz sanıyorum. Durumun istikrarsızlığına, umulmadıklığına uyum gösterebilmek, zihinsel ve kişisel kaynakları yeniden organize edebilmek, ihtiyaç ve arzularımızla yaşam şartlarını dengeleyebilmek aslen, esneklik derken bahsettiğim.
Nasıl pilates veya yogayla bedenimize esnekliği öğretebiliyorsak, zihnimize de esneklik kazandırmanın yolları var elbette. Bu noktada esnekliğin nasıl kazanılacağını, kişisel gelişim kitaplarının kuru ve öğretici diliyle sıralamaya, bunun için 10 adımlık bir madde listesi sunmaya girişirsem, bu tam da yazıda esnekliği kaybetmenin bir hali olurdu. Bu nedenle gelişine, aklıma geldiği ilk haliyle birkaç şeyden bahsedebilirim.
Bunlardan ilki olumlu, olumsuz, tatlı, tatsız her duyguyu hissetmeye izin vermek. Her duygunun vermek istediği bir vaaz elbet vardır. Olumsuz duyguları kapı arkası edip, bizi yapmamız gerekenlerden alıkoymasını engellemek kısa vadede etkili gibi görünse de, maalesef elbet bir gün gelip ayağımıza dolanıyorlar. Duygularınızı sevin derim, alın onları elinize, bir bakın neler saklı içinde. Kendimize yaklaşmanın yolu öyle uzak meditasyon merkezlerinde, farkındalık kurslarında değil belki de. Kanepemizde, uzandığımız yerden bakabiliriz, öfkemiz ne diyor, nerden geldi bu hayal kırıklığı, ellerimiz titriyor, nefesimiz daralıyor kaygılıyız belki de… ne olacak diye? Aklınıza ilk gelen yanıtı sormuyorum, onu geçelim, ondan sonra ne olacak? Bulduğumuz cevaplar ne söylüyor kendimizle ilgili.
Esnek olmayan insanlar planları, rutinleri, çizelgeleri, ajandaları severler. Her şeyi kontrol etmeye, en doğru olanı yapmaya bayılırlar. Planların bozulup, işlerin kendi kontrollerinden çıktığı anlar bu yüzden başlı başına bir kriz yönetimi gerektirir. Oysa değişmek, esnemek, anda olmak, spontanlık doğası gereği, yapılandırılmamıştır. Öyleyse yeniyi ve eksik olanı sevmeyi, değişik olana yer açmayı, planlar bozulduğunda sadece andaki kendilik halini deneyimlemeyi, ne bileyim belki sadece oradalığı anlamayı, nefes alıp verişlerimize odaklanıp ve gelenin kendi halinde gelmesine izin vermeyi deneyebiliriz. Hatta yeniyi karşılamanın da ötesine geçip, yeniyi davet etmenin yollarını da arayabiliriz. İşe gittiğimiz yolu değiştirebiliriz mesela, her zamanki rahat ettiğimiz, tanıdık kafe yerine yeni mekanları mesken edinebiliriz, “ben onu hayatta yemem” dediklerimizin tadına bakıp, bize göre olmadığını kabullendiğimiz tarzda bir film izleyip, okumadığımız bir gazeteyi okuyabiliriz. Gündelik hayatın esneklikleri bunlar.
Eski masallarda ne der? Fırtına kocaman ağaçları devirirken, cılız olsa da sazlıklara zarar veremez. Çünkü sazlık fırtınayı kabul eder, rüzgarla birlikte sallanır, esneyebilir. Böylece hayatta kalır. Yani diyorum ki; zorlu zamanlarla baş ederken heybetli ağaçlar gibi dimdik, sabit ve sarsılmaz değil, sazlık gibi hareketli ve kabullenici olmak.
Sonrası mı?
Gelene direnmeyip, uyum sağladıkça “sekip geri gelmenin” ötesine geçip, sekip ileride bir yere düşebiliriz belki… Koca afetler geçirip de eskisinden daha büyümüş, gelişmiş, değişmiş olduğumuz bir yere. (ÖY/EKN)