Arap baharı diye başlayıp neredeyse tüm dünyanın kışına dönüşen son 7 yıllık sürecin ilk yılları beraberinde bir sosyal medya efsanesi yarattı. Kuzey Afrika ülkelerindeki ayaklanmaların Facebook ve Twitter aracılığıyla büyüyüp yayılması bu hareketlenmelere hızla “sosyal medya devrimleri” etiketini yapıştırdı. Gerçekten de Facebook ve Twitter, seslerini duyuramayan milyonlarca insana kendini ifade etme imkanı sundu. Bu imkan, dolayısıyla özellikle demokrasi yüzü görmemiş ülkelerde bir ferahlama da yarattı.
Ancak aradan sadece birkaç yıl sonra dünyanın, Arap baharının ne ölçüde bahar olduğunu tartışıyor olması gibi bu “devrim”lerin ne ölçüde sosyal medya devrimleri olduğu da tartışılmaya başlandı. Çünkü bu yakıştırma toplumsal ayaklanmaların yüzyıllardır süregelen bir “insanlık hali” olduğunu adeta unutturuyor, neredeyse toplumların bu araçlar olmasa harekete geçmeyeceğini anlatıyordu.
Nitekim “sosyal medya devrimi” yakıştırmasının en fazla yapıldığı ülkelerden olan Mısır veya Ukrayna’daki göstericiler daha sonra internetin kendileri açısından yalnızca bir araç işlevi gördüğünü, bu tanımlamanın ülkelerindeki siyasi birikim ve birikmişliğin gözden kaçırılmasına neden olduğunu söyleyip itiraz eder oldu. Benzer şekilde, ne Sovyet devrimi, ne Gandhi’nin sivil itaatsizlik eylemleri, ne 68 ayaklanmaları Twitter veya Facebook sayesinde olmuştu. Aksine iletişim kanallarının son derece zayıf olduğu dönemlerde, tarihin seyrini değiştirecek büyüklükte toplumsal hareketlenmeler olarak ortaya çıkabilmişlerdi. Türkiye örneğinde de Kürtler açısından bakıldığında sosyal medyanın Kürt mobilizasyonunda dikkate değer bir etkisinin olduğunu söylemek güç olur. Aynı yorumu Rojava için de yapmak mümkün.
Yine de Twitter, Youtube, Facebook gibi sosyal medya kanallarının başta anti-demokratik ülkeler olmak üzere dünya genelinde ciddi toplumsal etkileşim ve dönüşümler yarattığı yadsınamaz bir gerçek. Bu dönüşümü yaratmaya da devam ediyorlar. Sadece Arap ülkelerinde değil Ukrayna başta olmak üzere İran, Türkiye, Çin, Latin Amerika gibi farklı coğrafyalarda son birkaç yıldaki çok sayıda toplumsal hareketlenmeye damga vurdu.
İktidarlar sosyal medyayla tanışıyor
Ancak bu araçların başta düşünüldüğünün aksine birer ifade, demokrasi platformu olabildikleri ölçüde baskı ve yıldırma platformlarına da kolaylıkla dönüştürülebildiğini gördük. Çünkü baskıcı yönetimler kendilerini bu yeni teknolojiye uyarlamakta muhalif kesimlere oranla biraz geç kalsalar da fazla vakit kaybetmedi.
Bu yeni ve ele avuca sığmaz gibi görünen araç karşısında hükümetlerce atılan ilk adımlar genellikle klasik sansür yöntemi oldu, böylece internete olan erişimi kısıtlamaya veya tamamen engelleme yoluna başvuruldu. Ancak iktidarlar tüm internete veya sosyal medyaya olan erişimi engellemenin pek akıllıca olmadığının farkına vardığında bir başka yol keşfetti, o da aktivislerin sosyal medya hesaplarına erişimini ülke içinde teker teker kesmek oldu. Böylece binlerce sosyal medya hesabı askıya alındığı için hedefledikleri kesimlere ulaşamaz oldu. Bu kişiler yeni hesaplar açtılarsa da o hesapların başına da aynısı geldi. Ardından başvurulan yol yurttaş gazeteciliği yapan aktivistleri gözaltına almak, tutuklamak oldu. Araştırmacılar yurttaş gazetecilerin arkalarında kurumsal destek olmadığı için profesyonel gazetecilere oranla hükümetler açısından daha kolay hedefler olabildiğini not ediyor.
Siyasi iktidarların bir başka yolu sosyal medya araçlarına bizzat girerek kendi geleneksel medya kanalları yetmezmişcesine topluma buradan da ulaşmaya çalışmak oldu. Böylece başkan, başbakan veya bakanların birer sosyal medya kullanıcısı haline gelmesini gözlemledik.
Twitter bekçiliği
Ancak bu yol da onbinlerce muhalif ses karşısında yetersiz kalınca hükümetler kendi sosyal medya kullanıcılarını yaratmaya başladı. Çin’den Rusya’ya, Hindistan’dan Türkiye veya Filipinler’e adına “troll orduları” denecek ekipler kurularak sosyal medya üzerinden hükümet propagandistleri görevlendirildi. Muhalif sesleri bastırmaya veya onlara cevap vermeye her an hazır internetin çevik kuvveti rolü görecek ilginç bir yapılaşmaya gittiler. Çin’deki “troll” sayısının 300 bin ile 2 milyon arasında olduğu, Rusya ve Türkiye’de binlerce, Ukrayna ve İsrail gibi ülkelerde ise yüzlerce kişiden oluştuğu tahmin ediliyor.
Klavye orduları olarak da tabir edilen bu gruplardaki kişiler kullandıkları birden fazla sosyal medya hesabıyla iktidarın mesajlarını sosyal medyada da manşet yapmaya çalışıyor. Bunda başarılı da oluyorlar ki örneğin Twitter’daki “trend topic”lerin rengini çoğu zaman onlar belirliyor. Dolayısıyla sesini ana akım medyada zaten duyuramayanlar sosyal medyada da görece zayıflıyor, internetteki mücadelenin galibi de hükümetler oluyor.
Hintli eski trollerden Sadhavi Khosla’nın anlattığı kadarıyla muhaliflerin sosyal medyadaki etkinliklerini kırmak, onları itibarsızlaştırmak, gerektiğinde hakaret edip tehdit etmek gibi görevleri olan troller gerçekten de yöneldikleri kişileri etkileyecek bir görüntü sergilemeye başladı. Khosla, 2014’te yapmaya başladığı bu işte talimatların parti yöneticilerinden Whatsapp yoluyla geldiğini söylüyor, bazen partinin sosyal medya yöneticileriyle birebir görüşmelerinin de olduğunu anlatıyor.
Belki de ilk troll ordusunu kuran ülke olan Rusya’da da Putin’in sosyal medya ekibinin öncelikli amaçları arasında muhalif figürler aleyhine günde binlerce paylaşım yapmak, hükümeti destekleyen sosyal medya kampanyaları düzenlemek, ciddi siyasi tartışmaları sulandırmak veya saldırgan ifadelerle kesmeye çalışmak olarak özetleniyor. Bu grupların bazen internet odalarından çıkıp muhalif figürlere fiziki saldırılar düzenlediği de oluyor.
Tabii hemen tüm ülkelerde bu troller hükümetlerden iyi miktarda maaşlar alıyor. Örneğin binlerce yargısız infaza verdiği emirlerle tanınan, kendisi de bizzat üç kişiyi öldürmekle övünen Filipinler başkanı Rodrigo Duterte’nin kurduğu ekipteki kişilere aylık 2 bin dolar ödediği belirtiliyor. (Link: https://newrepublic.com/article/138952/rodrigo-dutertes-army-online-trolls).
Sosyal medya göçü
Sosyal medyanın muhalifler açısından bir başka olumsuz tarafı zamanla hükümetler tarafından kolayca hedef alınabilir hale gelmeleri oldu. Daha önce kitlesel gösterilerde kalabalıkların içinde kaybolanlar şimdi Twitter veya Facebook hesaplarıyla yalnız başlarınaydı. Bu da onları hükümetler açısından çok daha rahat ulaşılabilir kıldı. Aynı zamanda hükümetler sosyal medyayı bir tür Mobese sistemi gibi tüm toplumu gözetleme ve takip etme aracı olarak da kullanmaya başladı. Siyasi görüşü daha önce bilinmeyenler artık bir tıkla öğrenilebilir hale geldi. Dolayısıyla iktidarlar bu gözetleme sayesinde çok daha hızlı ve kolayca organize olup muhaliflerini etkisiz hale getirir oldu. Bu durum da onbinlerce insanı hem iktidarlar hem de iktidar taraftarları karşısında savunmasız bıraktı. Akşam saatlerinde düşüncesini ifade eden bir kişi saatler sonra kapısında polisi bulur hale geldi.
Devletin bu aşırı kontrolü toplumda da çatırdamalar yarattı. Devlet yanlısı vatandaşlar, görevlendirilmeseler de eleştirel düşünceye karşı bekçilik rolünü benimsedi ve önüne geleni ihbar etmeye başladı. Türkiye’de sadece 2016’nın son 6 ayında 10 bin kişinin sosyal medya hesapları hakkında soruşturma, inceleme başlatıldı. Bu devasa rakama ulaşılabilmesi elbette ancak vatandaş-devlet işbirliğiyle mümkün olabilirdi.
Başta Türkiye olmak üzere benzer pratiklerin türediği çok sayıda ülkede insanlar bu nedenle Twitter veya Facebook hesaplarını kapatmak zorunda hissetti, bir tür kitlesel sosyal medya göçü yaşandı. Bu sadece gözaltına alınma kaygısı sonucu değil, insanların iş başvuruları sözkonusu olduğunda da kendini gösterdi. Nitekim iş başvuruları alan firmaların CV’den hemen sonra baktıkları yerler artık başvurucuların sosyal medya hesapları oluyor. Çoğu kez insanların işe kabulleri veya retlerine buradan yapılan değerlendirmeyle karar veriliyor.
Herkes birbirini gözetliyor
Dolayısıyla devletin sıkı gözetim ve kontrolü, sosyal medya operasyonları, toplumsal baskılar ve troll orduları ifade özgürlüğünün sosyal medya üzerinde de ciddi şekilde darbe yemesine, engellenmesine neden oldu. Sosyal medya gerçekten bir ifade özgürlüğü kanalı olarak doğsa da ifade özgürlüğünün kısıtlandığı bir mecraya dönüşmesi 10 yıldan kısa sürdü. Bu açıdan otoriter ülkelerde artık sosyal medyanın sağladığı ifade serbestisinin aktivistlerin aleyhine dönüşen, devletinse lehine çevirdiği bir durum haline geldiğini söylemek mümkün.
Bloglar, Twitter, Facebook, Youtube veya Instagram elbette hâlâ çok güçlü ifade kanalları ve muhalefet mecraları. Hâlâ tabii ki ana akım medyanın görmediklerinin görünebilir kılındığı en etkili araçlar. Ancak bu son iki cümle belki bir kat fazlasıyla artık iktidarlar için de geçerli.
Öte yandan sosyal medyanın muhalifleri görünür ve kırılgan kılan özelliği iktidarlar açısından da sözkonusu. İktidarlar sosyal medyada aktif olduğu ölçüde vatandaşlar tarafından daha rahat gözlemlenebiliyor veya gözetlenebiliyor. Tıpkı sokakları kontrolü altında tutmak için her tarafa Mobese kameraları kuran yönetimlerin bu sokaklarda suç işlediğinde kendi kurdukları kameralara yakalanması gibi. Dolayısıyla artık sadece birileri diğerini gözetlemiyor, toplumun her kesiminin birbirini dikkatlice gözetlediği yeni bir dönem yaşanıyor. (HA/HK)
* Fotoğraf: Mısır'da Tahrir'e çıkmaya hazırlanan eylemciler.