Kadın, erkek, büyük, küçük, eşcinsel, heteroseksüel, Kürt, Türk, Arap, Çerkes, Azeri, asker, polis, hırsız, imam, seks işçisi, mahalle muhtarı, gardiyan, genel yayın yönetmeni, jokey, remayözcü, kaportacı, fotomodel, webmaster, kokoreççi, ırgat, yarıcı, semerci, ot biçici, patozcu, dalgıç, pilot, pezevenk, müteahhit, milletvekili, yazar, arzuhalci, karikatürcü, tabelacı, namuslu, namusssuz, üçkağıtçı, karmanyolacı, çeteci, Susurlukçu, overlokçu, müdür, hademe, tostçu, puantör, barmen, aşçı, lağımcı, telefoncu, elektrikçi, tezgahtar, tornacı, monogam, poligam, zampara, kulampara, mütedeyyin, allahsız, binamaz, sofu, Hıristiyan, Mecusi, satanist, Müslüman, Alevi, Şafi, sosyalist, faşist, İslamcı, laik, çalışkan, dalgacı, sinir, illet, uyuz, şeker, çekici, iğrenç, sümüklü, yakışıklı, saksofoncu, trompetçi, zurnacı... say sayabildiğin kadar! Bunların hepsi o "necip Türk milleti"ni meydana getiriyor... Biziz yani, "Türk milleti" dedikleri.
Toplumsal sözleşme var mı gerçekten?
Ve bizim başka şeylerin yanı sıra "kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak"la "görevlendirdiği"miz bir de devletimiz var sözüm ona. Anayasa'nın 5. Maddesi aynen böyle yazıyor.
Biz bu devlete vergi ödeyeceğiz! O da karşılığında bizim için bu görevi yapacak. Biz anlaşmanın kendimize düşen şartını yerine getiriyoruz. Bunları yapsın diye o devlete para, teçhizat, silah, külah ne lazımsa alınacak ya, yemiyoruz devlete yediriyoruz...
Bekliyoruz ki o da bize "refah", "huzur" ve "mutluluk" versin... İyi de anlaşma böyleyse neden bu devlet hep anlaşmada yazılandan başka bir şey yapıyor!
Baskı ittifakı
Alın kaç gündür İstanbul polis müdürü Celalettin Cerrah'ın yaptıklarını! Hiçbir yasa tarafından "şüpheli" olarak bile tanımlanamayacak onlarca genç kadını sabahın köründe evlerinden toplayıp, adlarını "fahişe"ye çıkartıp, en aşağılayıcı pozlarda karakol karakol dolaştırıp görüntülerini medyaya dağıtmak onun üstüne vazife mi? Kimin kimle yatıp kalktığını gözetlemek, telefonlarını dinlemek, dinletmek polisin işi mi? Hangi yasa ona bu görevi veriyor?
Ama sıra hakikaten polisin ilk işi olan şeyi yapmaya, milletin canını, malını güvenceye almaya geldi mi mazeret hazır! "Avrupa Birliği'nin baskısıyla hırsız kovalayamaz olduk. Yeni Türk Ceza Kanunu (TCK) yüzünden gece hırsızın peşinden gidemiyoruz. Savcıdan izin alamıyoruz." Üstüne vazife olmayan işler söz konusu oldu mu ne TCK, ne başka bir sınır tanıyor bay Cerrah.
İstanbul Emniyet Müdürü'nün kadınlara saldırısı onun şahsi bir davranışı olarak görülürse yanıltıcı olur aslında.
Biraz geriye çekilip bakıldığında birey ve topluluk haklarını nispeten genişleten TCK reformunu ve diğer yasal düzenlemeleri budamak, iğdiş etmek, işlemez hale getirmek ve sonunda eski düzene dönüşü tek çare kılmak için son bir yıldır hükümet, asker, polis ve adliye içinde eşgüdümlü bir çabayı görmemek için ya saf ya ahmak olmak gerek.
Yeni TCK ve Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) yasalaştığından bu yana polis yetkililerinin suç istatistiklerinin tahrifinden, yasal yetkilerin kullanılmasından kaçınmaya, görevden kaçmaya ve kamuoyunu yeni yasalar konusunda kasıtlı olarak yanıltmaya kadar giriştikleri dezenformasyonun haddi hesabı yok!
Onların hayallerindeki Türkiye'nin nasıl bir yer olduğunu İstanbul polis müdürü daha geçen gün ayrıntılarıyla açıklamadı mı : Polise yargıç yetkisi tanınması. Kimseye haber vermeden gözaltında tutma hakkı. Gözaltı süresinin dört katına çıkarılması, vb.
Aynı şeyleri uzunca süredir ordudan da dinlemiyor muyuz? Genelkurmay başkanı Org. Hilmi Özkök aracılığıyla ordu ikide bir "bölücü terör örgütüne karşı mücadelede yetkimiz kısıtlandı" demiyor mu?
Bu çabaların hükümet içindeki koçbaşı Adalet Bakanı Cemil Çiçek. Boğaziçi Üniversitesi'nde Ermeni Konferansı düzenlenmesi söz konusu olduğunda ifade özgürlüğünün yasal olmayan yollarla sınırlanmasına yol gösterirken yazar ve düşünürleri de yargı ve cezadan kurtulmak için kendisiyle özel anlaşmalar yapmaya davet edebiliyor Cemil Çiçek. "Orhan Pamuk özür dilese biz de dava açmazdık" demeye getirebiliyor. Var mı böyle hukuk dünyanın bir yerinde?
Ya "Tayyipler alemi"? Şu sözleri seçilmiş bir başbakanın söyleyebileceğini kim hayal edebilir: "Çocuklarını sokaklara dökenler veya çocuklarının terör örgütleri tarafından kullanılmasına fırsat verenler, yarın ağlamanız boş yere olacaktır. Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa kim olursa olsun terörün maşası haline gelmişse gerekli müdahale ne ise bunu yapacaktır."
Ne yapacaktır yani? Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin altına girmiş ve bunu yasalarına yansıtmış bir hükümetin başkanı birkaç gün içinde dört çocuk yurttaşı polis ve asker kurşunu ve gaz bombası kartuşuyla vurularak öldürüldükten sonra hangi hakla bunları dönüp millete söyleyebilir? Tayyip Erdoğan: "Çoluk çocuk dinlemeyiz yasa dışılığımıza boyun eğmeyeni öldürürüz" demek istemiyorsa ne diyor peki?
Sonuçta milletin devletle yaptığı anlaşmaya göre bütün bu ihtilafların karara bağlanacağı yer olan adliye sözüm ona kanun karşısında eşit olduğu söylenen "milletin fertleri" arasındaki ihtilafları çözerken bakın neler yumurtlayabiliyor: "Şahsiyet haklarının halele uğradığını iddia eden iki kişi böyle sert ve eleştiriden üzüntü duyacak idi ise, öncelikle kendisinin bu ağır eleştiriye davet edebilecek söz ve davranışlardan sakınması gerekirdi."
Davacılar Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu eski üyeleri Prof. Baskın Oran ve Prof. İbrahim Kaboğlu. Davalı Kara Kuvvetleri eski komutanı emekli orgeneral Kemal Yavuz. Yavuz, Oran ve Kaboğlu'nun kendi yetkilerine dayanarak yazdıkları "Azınlık Raporu" nu beğenmemiş onlara Akşam gazetesindeki köşesinden "zibidi" demiş.
Bunun hakaret olduğu besbelli. Ama yargıca bakın neler diyor "mahkeme kararı" adı altında: "Yargıtay içtihatlarında davacının ortak kusuru davalı tarafın eylemindeki hukuka aykırılığı oradan kaldırılacak yoğunluk oranda ise tazminata hükmedilemez (...) Manevi tazminata hükmedebilmek için manevi zararın, yani ihlalin ağır olması yetmez. Ayrıca kusurunun da ağır olması gereklidir." Yani bütün bu laf salatasının özeti şu: "Paşamı kızdırdın. Dediği az bile!"
Hangi millettensiniz?
Durum ortada: 12 Eylül rejimini "muhafaza ve müdafaa" ile kendilerini görevli addeden, "durumdan vazife çıkartan" bir politikacı, asker, polis, yargıç ittifakı milletin yasama yoluyla kazandığı ve kayda geçirdiği haklarına karşı bir savaş sürdürüyor.
Bu her zaman topla tüfekle süren bir savaş değil. Ama çoğu zaman zorla ve aldatmayla süre giden bir savaş. Bu ittifak her fırsatı ve her imkanı, bu kazanımları kağıt üstünden silmek ve pratikte hiçbir yasa tarafından belirlenmemiş keyfi ve zora dayalı bir yönetimi toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel yaşantının her anına yaymak için değerlendiriyor.
Zaman zaman kendi aralarında da ihtilaf halinde görünmelerine aldanmamalı. Onlar çok iyi biliyorlar "millet" dedikleri şeyin çoğunluğuna hizmet diye bir görevleri olmadığını. Hepimizin bir "millet" olduğuna inanmamızı istemeleri bu millet kavrayışının kendi çıkarlarını "milli çıkar" diye dayatmaya el vermesinden.
Şimdi "millet"in düşünüp bir karar vermesi gerekiyor: Bir sabahın mahmurluğunda kendimizi potansiyel bir "fahişe""olarak TV kameraları önünde sergilenir bulmaya, bir günün ortasında küçücük yavrumuzun "terör maşası" olmuş diye kurşuna dizilmiş bedenini morgdan almaya, emekli paşaların ağız dolusu hakaretlerine uğrayıp da hak aramaya kalktığımızda yargıçtan "paşamın ağzına etmediğine şükret" cevabını işitmeye layık mıyız?
Celalettin Cerrah beyin hayal ettiği dünyada yaşamayı, hayatınızı, varlığınızı ve özsaygınızı polisin iki dudağı arasındaki mesafenin el verdiği ölçüde sürdürmeyi, bunun elverdiği kadar özgürlükle idare etmeyi kendinize yakıştırıyor musunuz? Siz hangi millettensiniz gerçekten? (EK/KÖ)