Yıl 1983, günlerden 10 Kasım, yaslardan milli olanı. Erdinç, Muğla'ya kendisini ziyarete gelen arkadaşı Aydın'ı kent merkezinin dışında, çok sevdiği yayladaki lokantaya götürür. Mezeler gelir, rakılar kadehlere dökülür, muhabbet koyulaşır, tam ''N'olcak bu memleketin hali?'' sorusuna cevap bulunacakken lokantayı polis basar. Kolluk görevlileri Aydın'ı, Erdinç'i ve ikiliye hizmet eden garsonu alıp karakola götürürler. Çünkü 10 Kasım'da içki içmek yasaktır.
Yaklaşık dört saat süren ifade verme seansında hafif de çakır keyif olan Aydın'la Erdinç'in, yasaları polisin ummadığı kadar iyi bildiği ortaya çıkar. Başlarlar ifade vermeye. ''Yaz evladım, ''Türkiye Cumhuriyeti yasalarında, 10 Kasım gününde içki içmeyi yasaklayan herhangi bir kanun maddesi yoktur.
Ne Türk Ceza Kanunu'nda ne de Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki kanunda buna dair herhangi bir yazılı hüküm bulamazsınız.'' Arada ''Ki rakı Atatürk'ün en sevdiği içki olup...'' kalıbı da ifadenin uygun yerlerine özenle yerleştirilir. Akşam akşam Muğla valisi araya girer, ''Aman bunları bırakın'' diye polise haber yollanır, zaten 'Ata'nın da en sevdiği içki' kalıbını daktiloda her yazdığında daha da gerilen polis misafirlerine defalarca gidebileceklerini söyler. Ama ikili ''Suçsuz yere karakola getirildik, yasa neyse o, ifade vermek istiyoruz,'' diye inat ederler. Garsonun ifadesi ise ''Senden büyük Allah var polis bey, etme bana''dan ibaret kalır. Olay mahkemeye yansır.
Aydın, Erdinç ve isimsiz garson birer ay hapis cezası alırlar. Yasalardan haberdar olan çakır keyif ikili mahkeme sonucunu Yargıtay'a taşır, hapis cezaları düşer. İsimsiz garsonsa bir ayını tutukevinde geçirir. Bu hikaye tamamen gerçektir. Aydın Erdim babam olur, Erdinç de en yakın arkadaşı rahmetli Erdinç Gönenç. Olayı hala kıkır kıkır anlatan babam ne yazık ki olayın tek mağduru olan garsonun adını hatırlamıyor. Yine kendisinin dediğine göre Turgut Özal bu olaydan sonra 'milli yas'ı kaldırır, 10 Kasım'da efkar dağıtmak için iki kadeh atmak serbest olur.
Yıl 2010, günlerden 25 Şubat, gazetelere yansıyan bir habere göre Bolu'nun Dörtdivan İlçesi'nde yaşayan üç kadın öğretmen kendilerine tahsis edilen lojmana, yani kendi evlerine, alkollü geldikleri için lojmanları, yani evleri, ellerinden alınır. Bolu İl Müdürü Recep Sezer Dörtdivan'in küçük bir yer olduğunu, öğretmenlerin dedikodu çıkmaması için lojmandan çıkartıldıklarını söyler. Sevimsiz bir kasaba babacanlığıyla da ekler ''Bu öğretmenlik mesleği öyle bir şey ki dedikoduya mahal vermeyecek, her şeyine dikkat edecek. Konuşmasına, çevreyle ilişkisine dikkat edecek. Onlar gelsinler, ben onları burada merkezde değerlendiririm. Hem onları çağırıp konuşurum, hem kulaklarını çekerim, hem de görev veririm.'' Sözleşmeli çalışan öğretmenler istifa ederek ilçeden ayrılırlar.
Bu iki olay arasındaki nüans aynı yasakçı zihniyetin bir olayda 'yasa' adı altında diğer olayda 'ahlak' adı altında tezahür etmesinden ibaret. 1983 yılında Türkiye'yi askeri rejimle idare eden devlet halkın hangi günler nelere üzülüp nelere sevineceğine, farklı ruh hallerinde hangi sıvıları tüketmesi gerektiğine karar verme yetkisini kendisinde bulabiliyorken, 2010 yılında, 18 yaşını doldurmuş her vatandaşın hakkı olan içki içme hakkını subjektif ahlaki kaygılarla elinden alıyor. Farkındayım, 'içki içme hakkı' lafı yazarken de yüksek sesle okurken de kulağa son derece sakil geliyor, ama durumun kendisi bu kadar sakilken anlatımının da kulağı tırmalaması kaçınılmaz.
Elif Ergu Vatan gazetesi'nde Efes Pilsen'in Türkiye Genel Müdürü Tuğrul Ağırbaş'la yaptığı röportajında son dört yılda 17.000 noktada içki satışının sona erdiğini yazmış. Ağırbaş bunun nedenini mahalle baskısına bağlıyor ve 2010 yılında yatırımlarını Türkiye'den yurtdışına kaydıracaklarını söylüyor. Yani bu ahlaki kaygının bir de ekonomik kaybı var ki, bu da ekonomide liberal, ahlak da muhafazakar AKP'nin kendi ironisi.
24 Şubat tarihli Taraf gazetesi'nde Ahmet Altan 'Gelişmişliği yalnızca "sembollerden" ibaret olarak görüp, laikliği "saç ve içki fetişizmine" döndürmenin sığlığını "çağdaşlık" diye tanımlamanın getirdiği yanlışlıklar'dan bahsediyordu. Çok da haklı.
Ancak benim bu noktada bir sorunum var. Başörtüsünü bireysel hak ve özgürlük olduğu için savunuyorsam, yani devletin kişinin kılık kıyafetine karışmasını ne kadar saçma buluyorsam, aynı bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde devletin kişinin yiyecek içeceğine de karışmasını da o kadar saçma buluyorum. Türbanlı öğrencilerin üniversiteye gidememelerine de karşıyım, öğretmenlerin evlerinden atılmalarına da.
Ve korkarım 'içki içme hakkını savunmak' bu noktada artık fetişizm değil bireysel hak ve özgürlüğü savunmak haline geliyor. N'apıyım, beni bu kadar abuk subuk şeyleri savunmak zorunda bırakan devlet utansın.(ZE/EÜ)