Kaç zamandır çoğu insanın aklından geçen şeydi sanırım. Gittiği bir eylemde, etkinlikte, konserde bomba patlatılabilir mi? Bir belgesel gösteriminden önce arkadaşımla kalabalığı seyrederken bunu konuşmuştuk ki Suruç, Diyarbakır Katliamları olmuştu. Yani büyük bir öngörü değildi, bir eyleme giderken içinizden geçen bu düşünce ya da arkadaşınıza zikrettiğiniz bu olasılık.
İçişleri Bakanı, Selami Altınok’a yöneltilen “Sorumluluk alarak, istifa etmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna karşılık Adalet Bakanı Kenan İpek’in gülümsemesi, devletten beklenilen güvenlik önlemlerinin “niye beklendiğini” düşündürtecek cinstendi. Devletin güvenlik görevlilerine niye güvenilsin? Bir sebep dahi yok. Aksine beklentiyi sıfıra indirmek için onlarca nedenimiz, yüzlerce ölümüz var. Bugünlerde çoğu dövizde de okuduğum: “Katili Tanıyoruz!”
Hangimiz hatta devlet ideolojisiyle bir düşünen binlerce insan dahi, bu büyük, yüce devletten bir hayır gördü? Rastlantısal olarak bazen. Sokak hareketlendiğinde, sosyal medyada en çok dönen bilgilerden biridir, bilmem hangi sokakta “polis olduğu için güvenli olmadığı.” Burada güvenlik açısından, tecrübesi sabit sarsılmaz bir doğru var: O sokağa girersen ölebilirsin.
HDP binalarına saldırılırken, otobüslerin yolları kesilirken, insanlar taşlanırken kaç kere acilen asayiş sağlanabildi? Roboski’yi kim yaptı? “Emri ben verdim” diyen kimdi? Bu birkaç yılda öldürülen çocukları kim öldürdü? Cizre'de kaldırıma yığılmış ihtiyar bir adamın katili kim? Ölü bir bedeni sürüklerken, ses tonuna yığılmış tüm vahşet ve nefretle küfür eden kim? Kimler? Uzunca bir liste çıkarılabilir. Unuttuklarımız bile oluyor. Bu tekrar tekrar aynı şeyleri yaşıyor olduğumuzu da gösteriyor. Örneğin olay yerine ambulans gelmeden tomaların, akreplerin gelmesi de yine bu devletin güvenlik görevlilerinin şahsına münhasır bir özelliği. Devlet bir tarafa düşman diye bakarken, düşman görülen tarafın bu iyi niyetteki ısrarının evrensel doğrularla alakası olabilir ama o doğruları konuşacak imkan ve şartlarda mıyız? Sanırım tartışmaya kapalı.
Konuşmak için çok erken ama kimi konuşmalarda geçmeye başladı: “Biz de kendi güvenliğimizi sağlayabilirdik.” Ankara Katliamı’nın ertesi günü, onlarca sokaktan çıkılabilen İstiklal’de bunun denendiğini gördüm. Mümkün müydü bunu sağlamak? Değildi belki ama deneniyordu.
“Kıyıya vuran Suriyeli çocuğu gördüğümde çok üzüldüm önce. Sonra Kürt olduğunu öğrenince içimi tarifsiz bir huzur kapladı. İnsan bu su misali akarmış işte.” Bu tweet yakın zamanda yazıldı. Faşistçe bir duygu zarifçe yazılmış. Sevdiğiniz bir komşunuz yazabilir bunu ya da iş dönüşü mahallenizde ayaküstü sohbete tutulduğunuz biri. Bunu yazan size çok güzel günaydın diyebilir ya da ne bileyim halinizi hatırınızı içtenlikle sorabilir. O kadar çoklar ve o kadar etraftalar ki. “Anadolu insanıyla” ilgili iyilik efsaneleri; sürülme, katletme hikayelerini es geçmek, hatırlamamak için aramızda uydurduğumuz bir şey belki de. Bir milli maçta, ölenler için yapılacak anmaya, ıslıklar, yuhalamalar, tekbirler eşliğinde milli bir tepki verilmesi, genel durumumuzun özeti olarak tarihe geçti bile.
Bu topraklarda, “kominist kalabalığın”, işini bitirecek onlarca insan bulunabilir. Bir köy kahvehanesinde ya da ne bileyim bir taşra kentinde. Hiçbir katliam polisiye dizilerinde olduğu gibi çetrefilli, akıl ürünü bir zincire sahip olmadı. Suruç ve Diyarbakır Katliamları’nın birbirleriyle olan bağlantıları ve sonra Ankara Katliamı’nın gelmesi, devlete olan öfkeyi bilese de sonuç açısından fark etmiyor. Hatta bu kadar kolay olması yakınlarını kaybeden insanların ömürleri boyunca unutamayacakları kadar trajik. Ahlaken ve politika gereği devletin durduğu yer artık ayan beyan. Barış mitingi olsa dahi kitleleri bir araya getiren kurumların, partilerin, hareketlerin bunu defalarca düşünmesi korkudan değil zorunluluktandı.
Taze acılar varken “bundan sonra” demek daha da acıtıcı olsa da, bundan sonra, bu ülkenin gerçekliğine göre davranmaktan başka çare yok. (FG/HK)