Konjonktür -öz Türkçesiyle bir dizi koşulun yan yana gelmesiyle oluşan toplu durum- deyip geçmeyin. Hele de "usta gazeteci" Uğur Dündar'ın ısmarlama ve çanak sorularla giderayak programına konuk ettiği Orgeneral İlker Başbuğ'un ağzından PKK'nin 25-30 yıldır bir türlü bitirilemeyişinin hikmetini öğrendikten sonra.
Meğerse ve kerelerce vuku bulduğu üzere, bitirilmesine veya çözülmesine ramak kala şans birden PKK'ye gülüveriyor ve konjonktür bir tür deus ex machina gibi örgütün imdadına yetişip ona içine düştüğü çetin durumdan sıyrılma ve yeniden derlenme fırsatları sunuyormuş. Artık buna nesnel koşulların nanik yapması mı, durumu doğru okuyan bir fırsatçılık mı, şans faktörü mü, yoksa Hegelci anlamda "tarihin cilvesi" mi dersiniz, orası size kalmış ama, PKK, işte birçok kez nasiplendiği bu konjonktür kıyağı nedeniyle çökertilemiyormuş.
Mülakat danışıklı olunca, "usta gazeteci"den de can alıcı, zorlayıcı ve muhatabını terletici sorular beklemek beyhude. Örneğin, "şanslılık dediğiniz durum, örgütün kendisini değişen koşullara uyarlama ve fırsat pencerelerini değerlendirme becerilerine yorulamaz mı?", diye soramaz mıydı? Yahut konuşmanın akışının zaten çağrıştırdığı, "şimdiki konjonktürü nasıl okuyorsunuz?", türünden bir sorunun tam yeri değil miydi?
Taşlar yerinden oynarken...
Orgeneral Başbuğ, şansla ilişkilendirip hep PKK'ye çıkan bir tür piyangoya çevirmiş olsa da, konjonktür denilip geçilemeyeceğini Lenin'den beri zaten biliyoruz. Onun "somut durumun somut tahlili" diye adlandırdığı ve izlenecek siyasal taktikleri çıkarsadığı uslamlama tarzı ve yöntemsel yaklaşım, çoğu durumda hiçbir öznellik katılmamış, serinkanlı, kanıtlarla desteklenen ve sağlaması yapılabilir bir konjonktür tahliliydi.
O halde soruyu biz kendi kendimize soralım: Türkiye'de süregiden rejim içi kutuplaşma ve mücadelede taşların yerinden oynamaya başladığını, kartların yerinden karılmasının ve bu anlamda yeni bir siyasi konjonktürün şekillenmesinin ihtimal dahilinde olduğunu imleyen haberci göstergeler var mı?
Evet, var. AKP'nin istim aldığı küresel ve ulusal dinamikler görece zayıflıyor; yaslandığı ve karşı kutbu adım adım gerileterek hakimiyetini pekiştirmesine hizmet eden güç dengelerinde kaymalar yaşanıyor. AKP'nin eleştirel bir destekçisi olagelmiş Cengiz Çandar'ın, hükümetin ikilem denebilecek türden zor tercihlerle yüz yüze olduğuna işaret etmesi ve AKP iktidarının devamlılığı konusunda ilk kez endişelenmesi boşuna değil. Çandar'ı endişelendiren yalnızca çeşitli başkentlerden esen rüzgârların AKP'nin aleyhine dönmeye başlaması değil; asıl olarak, "açılım"ın çuvallaması ve silahlı çatışmanın yeniden tırmanması. Zira, Çandar Kürt meselesinin çok hükümet ve çok genelkurmay başkanı eskittiğini gayet iyi biliyor.
Baltayı taşa vurmak
Erdoğan ve partisi, içerdeki hakimiyet mücadelesinde mevzi kazanmak için, yakın zamanlara kadar uluslararası dinamiklerin ve süreçlerin sunduğu olanaklardan cömertçe yararlandılar. Ama dışarıyı içeriye karşı kullanma taktiğinin bir sınırı; iktidar kavgasında ihtirasla daha fazlası isteniyorsa, çeşitli küresel güç ve dinamiklerle zaman zaman karşı karşıya gelip itişmeyi göze almanın kaçınılmaz olduğu bir sınırı vardı.
İsrail ile yaşanan gerilim bunun tipik bir örneğidir. Bu gerilimin nedeni, basitçe ve sadece içerde yaşanan sıkışmayı dış politika alanına kaçarak ve İslami duyarlılıklara seslenerek telafi etme aranışı değil. AKP, hem yeni-Osmanlıcı bir doğrultuda Türkiye'yi bölgesel bir güç haline getirme iddiasını gerçeklemek, hem de içerde iktidarını daha emin biçimde sağlama almak için İsrail'le itişmek zorundaydı ve zorundadır. Erdoğan ve Davutoğlu, güvenlikten medyaya, istihbarattan ordular arası yakın işbirliğine kadar, İsrail'in Türkiye içindeki elini kırmadıkça içerdeki iktidar kavgasını kazandıklarından emin olamayacaklarının gayet iyi farkındalar. "Mavi Marmara" olayının uyandırdığı toplumsal infial ve duyarlılık nedeniyle karşı kampım nasıl kıvranıp durduğuna daha yakınlarda tanık olduk. Hakeza, İsrail genelkurmay başkanının açıklamalarından öğrendiğimize göre, ordular arası muhabbetin hiçbir şey olmamış gibi tıkırında gitmesi de gayet "manidar". Ulusalcılarımızın bir bölümünün AKP'ni defetmek için İsrail ve ABD ile ilişkilerin bozulmasından medet ummaları da öyle.
Bu bağlamda, AKP'nin ve onun dış politikasının mimarı Davutoğlu'nun hatası, Taraf'ta Neşe Düzel'le söyleşisinde eski dışişleri bakanlarından İlter Türkmen'in söylediği gibi, kendilerini İslami bir romantizme kaptırmaları değil. Abartılı ve temelsiz bir özgüvenle emperyalist merkezler karşısında dış politikada sahip oldukları özerklik marjını; daha özerk (örneğin, Brezilya kadar özerk) bir konumlanış için olmazsa olmaz koşullardan yoksun oldukları halde, haddinden fazla zorlayarak baltayı taşa vurmalarıdır. Malum "eksen kayması" tartışmaları bu noktadan itibaren başladı ve bugün Batı başkentlerinin çoğunda gittikçe koyulaşan kanaat Erdoğan ve partisinin Türkiye'nin eksenini kaydırmakta olduğu yolundadır.
İç ve dış dinamiklerin kesiştiği bu uğrakta, AKP'ne seçenek yaratma arayışlarının hız kazanması, Kılıçdaroğlu'nun bir 2. Ecevit gibi sahneye sürülmesi, Taraf gazetesinin ve AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ'ın bir video kaset darbesiyle yerinden edilen Baykal'ın ardından hayıflanması, "Hoca Efendi"nin Prensilvanya'dan ayar çekmeye başlaması, AKP'nin cin fikirli ağır topu Bülent Arınç'ın "Hoca Efendi her zaman doğruyu söyler" diyerek hüsnükabul göstermesi, vb. tesadüf olmasa gerek.
PKK: "Taşeron" mu "oyunbozan" mı?...
PKK'nin geçen yıl tek yanlı olarak ilan ettiği çatışmasızlık kararını askıya alması, bunu takiben silahlı çatışmanın yeniden tırmanışa geçmesi ve can kayıplarının hızla artması tam böyle bir konjonktüre denk geldi. Başbuğ, "konjonktür ve şans yine örgütün imdadına yetişti" der mi bilinmez (muhtemelen, konjonktürün başında bulunduğu TSK'ne de gülmekte olduğunu sanarak demeyecektir) ama, bunun AKP'nin asabını bir hayli bozduğu, Başbakan Erdoğan'ı aynı anda birbirine taban tabana zıt mesajlar verecek kadar telaşlandırdığı aşikar. Müteahhidin kim olduğuna verilen cevaplar değişken ve imali olsa da, "teşeron" ithamı ve yaftalanması, göstere göstere yaşanan bir gelişmenin sanki bir sürprizmiş gibi karşılanması, hükümet yanlısı gazetelerin Osman Öcalan'ın "PKK'yi Aleviler ele geçirdi" türünden incilerini pazarlaması bu asap bozukluğunun ve telaşın bir dışavurumundan başka bir şey değil.
Genelkurmay yetkililerinin de, İsrail'le ilişkilendirme söz konusu olduğunda yalanlama gereği duyduğu mesnetsiz "taşeron" iddialarını bir kenara bırakıp, son yılların moda tabiriyle birazcık empati yapacak olursak, AKP ve destekçisi kalemler şunu söylemek istiyorlar aslında: İçerde ve dışarıda adı konmamış bir şer koalisyonunun (Ali Bayramoğlu'nun adlandırmasıyla "zımni bir ittifakın") AKP'ni iktidardan düşürmek amacıyla harekete geçtiği bir sırada PKK'nin yeniden silaha sarılması caiz midir? Zamanlama onun da koalisyonun bir ortağı olduğu anlamına gelmez mi?
Bu soruların cevabını Başbuğ veriyor aslında: Önüne hangi sıfatı ve nitelemeyi eklerseniz ekleyin, o size kalmış ama, PKK konjonktürü iyi okuyan bir örgüt. Ve konjonktürü kendi lehinize değerlendirmek için birileriyle fiili bir ortaklık kurmanız şart değil. Kaldı ki, bizzat AKP iktidarı bir dizi fiili ve "zımni" ittifakın ürünü değil mi?
Gelelim meselenin aslına: AKP'nin hükümeti devralışından bu yana, Kürt hareketi rejimin güçleri arasındaki iktidar kavgasında nispeten nötr ve edilgin bir konumda kaldı. Hatta, denebilir ki, silahlı çatışmadan olabildiğince kaçınarak ve Ergenekon denen nebulanın Kürt illerindeki izdüşümlerinin açığa çıkarılmasına yardımcı olmaya çalışarak dolaylı biçimde veya "zımnen" AKP'ne kredi açtı.
AKP'nin buna cevabını biliyoruz: Sorunun adını dahi koymaktan imtina eden, Osmanlı'nın "millet" anlayışını çağrıştıran ve köprülerin altından bunca sular akmışken Kürtleri din bağıyla zapturapt altına almaya çalışan bir "milli birlik projesi"... Şark kurnazlığının nadide bir örneğiyle bir Ergenekon'a bir KCK'ye vurarak ilerletilen bir iktidar ve fütuhat stratejisi... Kürt nüfus içinde ciddi bir tabana sahip tek "Türkiye partisi" olmanın sarhoşluğuyla Kürtler adına kimseyi muhatap almayan bir dediğim dedikçilik... Kürt halkının özgürlük taleplerini ve arayışlarını karşılamaktan tamamen uzak, meseleye güvenlik, istikrar ve sermaye teşvik tedbirleri optiğinden bakan, Türkiye kapitalizmine bir "hayat sahası" açmayı öngören ve esasen Türkiye Kürtlerini gargaraya getirip Irak Kürdistan'ı ile iktisadi bir bütünleşmeyi amaçlayan bir tür emperyal açılımcılık... Davul zurna eşliğinde bir tasfiyecilik tellallığı ve daha bir dizi alavere dalavere... Bu hattıhareketin günün birinde duvara toslaması neredeyse kaçınılmazdı.
Şimdi, PKK, yakın zamanlara kadar büyük ölçüde seyirci kaldığı bir rejim içi kutuplaşmaya kendi durduğu yerden ve bir fail olarak müdahale ediyor. Bunun adı taşeronluk değil, oyunbozanlıktır. Oyun kuruculukta aşırı bir özgüvene kapılan AKP'nin hesaplayamadığı, Orgeneral Başbuğ'un ise yanlış yorumladığı bir oyunbozanlık.
Başbuğ: Ezber okumak
Orgeneral Başbuğ, bildik şablonun içinden konuşarak ezber okudu. Başbuğ'un konjonktür okuması ve ezberi özetle şudur: Kürt sorununda silahların konuştuğu dönemler, aynı zamanda siyasetin alanının daraltıldığı, TSK'nin iktidar bloku içinde ağırlığını arttırarak dizginleri elinde topladığı dönemlerdir de.
Ama epeydir örselenen, iktidar bloku içindeki ağırlığı azaltılan ve ricat halindeki bir ordunun, daha önceleri durumu kurtarmak ve tersine çevirmek için konuştukça (örneğin ıslak imzaya "kağıt parçası", lav silahına "boru" dedikçe) batan ve bir türlü artık gerilemeyeceği müstahkem bir mevkide tutunamayan başı olarak, Orgeneral Başbuğ konjonktürü doğru okumuyor ve yanılıyor.
Kendisine verilen tepkilerden köprülerin altından çok sular aktığı zaten belli. Daha ötesi de var: Kürt sorununda başarısızlığın faturasının artık yalnızca siyasi iktidara değil, TSK'ne kesildiği, TSK'inden "tatmin edici açıklama"ların beklendiği bir dönemden geçiyoruz.
Daha da mühimi, rejim içi kavganın taraflarının Kürt sorununun birbirlerine karşı kullanmasının artık son derece riskli olduğu birtakım eşiklere gelip dayandık. İç savaş eşiği, uluslararası müdahale eşiği, Türkiye'nin bütün Kürtlerle hesaplaşan ve savaşan bir ülke haline gelme eşiği ve A. Öcalan'ın kaçınmaya çalıştığı "devrim" eşiği...
Öcalan: Barış ve devrim korkusu
Öcalan, son görüşme notlarından birinde "devletin barıştan PKK'nin ise devrimden" korktuğunu, bunun yıllardır böyle süregeldiğini, şimdi bir müzakere sürecinin ve çözümün gelişmemesi halinde devrimin gündeme gelebileceğini ileri sürüyor.
Öcalan devrim derken, Kürt isyanının aynı zamanda toplumsal kurtuluşçu bir çizgide derinleşmesinden çok, salt Kürdistani ve kopuşçu bir rotaya girmesini, bunun tetikleyeceği bir iç savaşı, Kürt hareketinin epeydir rafa kaldırdığı "bağımsız ve birleşik Kürdistan" hedefini yeniden benimsemesini kastediyor aslında. Kendi tercihi olmayan bu olasılığı hatırlatarak devleti, hükümeti ve TSK'ni bir müzakere ve çözüm sürecine girmeye ikna etmek istiyor.
Olayların ve süreçlerin de kendine özgü bir mantığı ve akışı; belirli eşiklerden sonra failleri kendi peşinden sürükleyen bir akışı vardır. Kürt isyanının seyri henüz o noktaya gelmedi. Hala devletin barış korkusunu kırmak; aslında Kürt halkının özgürlük taleplerinden duyulan korkuyu kırmak ve barışla halklarımızın toplumsal kurtuluşu arasında köprüler kurmak mümkün. Ne kadar çetin olursa olsun, yaşamın solu ve sosyalist hareketi davet ettiği görev budur. (KK/EK)