Kısaca TBMM olarak anılan Türkiye Büyük Millet Meclisi, devletin yapılanması içerisinde en üst kurum olarak tarif edilir. En çok oy alan 550 halk vekilinin, ülkede yaşayan tüm insanlar adına ülkeyi en iyi şekilde, halkın talepleri doğrultusunda yönetmek, gerekli yasaları yapmak, kurumları oluşturmak ve icrayı yapacak organı, hükümeti oluşturmak ve denetlemek görevlerini yürüttüğü söylenir. TBMM’nin üzerinde, ondan daha yetkili, daha üst makam veya kurum yoktur, olamaz diye de biliriz.
Devlet yönetimi konusunda yazılı tüm belge ve yasalar işleyişin ve kurumsal yapının böyle olduğunu anlatır.
Anlatır da, işleyişe baktığımızda durumun böyle olmadığını yaşadıklarımızla şahit oluyoruz. En üst makamın vekilleri, bizleri temsilen gönderdiğimiz insanlar, bizim taleplerimizi yerine getirmek üzere her çalışmayı yapabiliyor mu? Bu soruya olumlu cevap vermenin mümkün olmadığı günleri yaşadığımızdan, devletin işleyişini sorgulamaya başladım.
Devleti bizim seçtiğimiz vekilin yönetmesi, denetlemesi ve yönlendirmesi gerekirken, devleti oluşturan bazı kurum ve kuruluşların çalışanları vekilimizden daha yetkili görünüyor. Çalışmalarını engelleyebiliyor hatta güç gösterisi yapıp şiddet uygulayabiliyor ve darp edebiliyor. Bunun birçok örneğini gördük, yaşadık ve şahit olduk.
Bu durumda devleti kim yönetiyor diye sorma hakkımızı kullanmamız gerekiyor.
2 Mart 1994 tarihine, Orhan Doğan, Leyla Zana, Hatip Dicle, Ahmet Türk ve Sırrı Sakık ve bağımsız vekil Mahmut Alınak’ın dokunulmazlıklarının kaldırıldığı günlere dönelim ve araştırmamıza devam edelim.
TBMM raflarında 150. sırada bekleyen dosyalar, görünmeyen bir emir, bir talimatla aniden gündeme alınır. Önceliği bulunan 149 dosyaya bakılmaz bile. Görünen o ki emir çok büyük bir yerden, TBMM’den daha büyük bir yerden gelmiştir. Düğmeye birileri basmıştı ama kim?
2 Mart günü Orhan Doğan ve Hatip Dicle, TBMM çıkışında sivil polislerce, boyunlarından bastırılarak polis aracına bindirilip götürüldüler. 4 Mart'ta diğer vekiller de aynı şekilde sivil polislerce TBMM’nden alınarak götürüldüler.
2 Martta iki vekil sivil polislerce götürülürken, dokunulmazlıkların kaldırılması için uğraş veren diğer vekiller bile şaşkındı. Dokunulmazlığı kaldırılan vekiller hakkında başka fezlekeler de vardı. O dosyalar görüşülecek, vekillerden savunmaları istenecekti ama vekilleri polisler götürülmüştü. Bu durumda diğer fezlekeler görüşülemeyecek, TBMM’nin işleyişi, tüzüğü, yasalar işleyemeyecekti.
Ayrıca dokunulmazlıkların kaldırılmasının resmileşmesi ve yasallaşması için meclis kararının resmi gazetede yayınlanması gerekiyordu ki henüz o da yapılmamış/yapılamamıştı. TBMM çalışamıyor/çalıştırılmıyordu. En üst makam, görünüyordu ki en üst makam değildi.
Hatta devletin kurumları o kadar çok acele etmişlerdi ki daha meclis dokunulmazlık gündemiyle toplanmadan, sabaha karşı İstanbul Emniyet Müdür Yardımcı'sının verdiği emirle milletvekili Hasan Mezarcı evinden polislerce alınıp götürülmüştü. Dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, “Başbakanlığa herhangi bir talimat ulaşmamıştır. DGM savcılarının emirleriyle gözaltılar başlamıştır” diyerek aslında çaresizliğini anlatmaya çalışıyordu.
Dönemin devlet güvenlik mahkemeleri (DGM) savcıları Nuh Mete Yüksel ve Başsavcı Nusret Demiral, TBMM’nden daha üst bir makam olarak görülüyordu. Tutuklama ve alınmalarla ilgili emirler onlardan geliyordu.
Dönemin vekillerinden Abdullatif Şener, Coşkun Kırca ve daha sonra aynı işlemlerle karşılaşacak olan Merve Kavakçı da şaşkınlıklarını kürsüden değişik biçimlerde haykırıyorlardı. Meclisin etrafının sivil polislerce ablukaya alındığından, yapılanların suç olduğundan bahsediliyor, “TBMM’nin üzerinde hangi güç var?” diye sorarak şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı.
Yapılanlara baktığımızda devleti yönetmesi gereken, yasaları yapan, hükümeti kuran, yöneten TBMM’nin en üst makam olmadığı, devleti yönetmediği/yönetemediği, buna kendisinin de şaşırdığını görebiliyoruz.
Yasaları çiğneyerek, kurallara ve anayasaya aldırmadan işlemlere girişen DGM başsavcı ve savcıları TBMM’nden daha mı güçlüler?
DGM de dahil mahkemelerin ve çalışanlarının, Başsavcıların, savcıların, hakimlerin, yasalara, anayasaya, kurallara uyma zorunluluğu yok mudur?
Hukuku oluşturan, kanunları yapan ve yaptıkları kanunların uygulamasını denetleyen TBMM, kanun uygulayıcısı mahkemelerden ve adalet çalışanlarından daha üst olması gerekmez mi?
TBMM’ni bu kadar açık biçimde, makam, işleyiş, kurallar açısından ayaklar altına alan, saygınlığını yerle bir eden, küçük düşüren başka bir uygulama yoktur demek isterdim ama ne yazık ki var ve bu tür uygulamalar günümüzde de devam ediyor.
2 Mart 1994 dokunulmazlıkların kaldırılmasını örnek olarak göstermemin nedeni çok açık bir şekilde oluşmasından ve yeniden gündeme gelen dokunulmazlık dosyalarının olmasındandı.
15 Haziran 2013 tarihinde “gezi parkı” olayları olarak bilinen protestolara polisin müdahalesi sırasında, kendisinin milletvekili olduğunu bildirmesine rağmen, komiser Mustafa Sarı ve ekibince dövülen CHP Amasya milletvekili Ramis Topal, ilk aklımıza gelen polis şiddeti gören vekillerden.
HDP Muş milletvekilleri Demir Çelik ve Van milletvekili Adem Geveri de değişik tarihlerde asker ve polis şiddeti gören vekillerden. Atanmış vali ve kaymakamların bile milletvekillerini gerektiğinde dikkate almadıklarını da görmekteyiz. Milletvekillerine şiddet uygulayan polis ya da askerlere yasal işlemler yapıldı mı? Sanmıyorum.
TBMM araştırma komisyonları, Susurluk, Roboski ve diğer komisyonlar bu güne kadar hangi olayı açıklığa kavuşturup sorumlularının yargı önüne çıkmasını sağlayabilmiş midir?
Bu tür olaylar, TBMM’nin en üst makam olmadığını, devleti yönetenlerin milletvekilleri olmadığını, onların da üzerinde bir güç olduğunun açık göstergeleri.
Bu durumda sorularımızı tekrarlamak durumundayız.
Devleti yöneten, devlete, kurumlarına sahip olan güç kim veya nedir?
Düğmeye kim basıyor?
Derin Devlet kim? (HT/HK)