Soma’da yüzlerce işçinin ölümüne yol açan kazadan sonra denetim konusunun önemi birçok insan tarafından fark edildi. Aslında, geçtiğimiz yıllarda tersanelerde peş peşe yaşanan iş kazalarında da denetim konusuna dikkat çekilmiş ancak bu seferki kadar geniş bir kamuoyu oluşturulamamıştı.
Soma’da 301 kişinin ölmesi o kadar etkili oldu ki, mesele kısa süre içinde bir maden kazası boyutlarını aşarak sistemin işleyişine ilişkin bir tartışmaya dönüştü. Daha önceki iş kazalarının tersine, kadere sığınmalar, şehitlik dağıtmalar para etmedi. Denetimlerin yüzeyselliği ve/veya sahteliğine, denetim elemanlarıyla şirket yöneticilerinin ahbaplığına ilişkin hikayeler hızla yayıldı. Kimse oralarda gerçek denetim yapıldığına inanmadı.
Üstelik, konunun basit bir yolsuzluktan öte, ülkenin büyüme modeliyle ilişkili olduğu görüşü de beklenmedik bir hızla yayıldı. Gerçekten de konu ülkede uygulanan politikalarla yakından ilişkiliydi. Türkiye uluslararası pazarlarda var olabilmek için en önemli silahını ucuz emek olarak görüyordu. Gerçi dünyadaki ülkelerin aşağı yukarı 150’si de böyle görüyordu ama yine de el elden ucuzdu.
Devlet, emek maliyetini düşürmek için kömür madenlerinin işletilmesini özelleştirmişti. Burada hemen hepsi sendikasız, sosyal güvencesiz, düşük ücretli, izin kullanamayan, aşırı çalıştırılan, eğitimsiz taşeron işçileriyle üretim yapılıyordu. Hem de tam istendiği gibi, emek maliyetini görülmemiş ölçüde düşürerek.
Bu modelin yürümesi için işletmelerin gerçek anlamda denetlenmemesi gerekir. Nitekim, denetlenmedikleri de anlaşılıyor. Fakat bu somut olayda iş güvenliğine ilişkin denetimden söz ediyoruz. Doğrudan insan hayatıyla bağlantılı olduğundan en önemli, en vazgeçilemez denetim. Yalnız, denetim iş güvenliği denetiminden ibaret değil ve öteki denetim türlerinin ihmal edilmesi de, bu kadar doğrudan olmasa bile, gayri insani bir sistemin sürdürülmesine yardımcı oluyor.
Neoliberal dalganın ilk yükseliş dönemlerinde, bu politikaları savunanlar o kadar da pervasız değillerdi. Bütün sorunların piyasa tarafından kendiliğinden çözüleceğine iman etmiş olmakla birlikte, denetimin önemini inkar etmiyorlardı. Devlet üretimden çekilsin, üretimi piyasaya bıraksın, dedikten sonra, devletin asli işinin denetim olduğunu, bütün enerjisini güçlü bir şekilde ülkedeki faaliyetlerin denetimine vermesi gerektiğini sıralıyorlardı.
Aslında bu görüşler çok fazla tepki de toplamadı. Kamu işletmeciliğinin yaşadığı sorunlar ortadaydı. Sanayi işletmelerinin devlet mülkiyetinde olmasının halka yararlı olduğunu iddia etmek zordu. Ayrıca dünyada yaşanan deneyimler üretim araçlarının kamulaştırılmasına fazla bel bağlamanın sakıncalarını da göstermişti.
Tabii işler böyle yürümedi. Neoliberal politikalar yerleşip kurumlaştıkça, her türlü kuralı piyasanın işleyişini bozucu engeller olarak görmeye başladılar. Her lafa deregülasyon diyerek başladıkları, özgüvenlerinin zirveye ulaştığı sıralarda kurallar, standartlar ve denetim iyice ayakbağı olmuştu.
Bu sıralar aslolan üretimdi. Kayıtdışı ekonomiden şikayet mi ediliyor; kayıtdışı olmasa kim o kadar düşük maliyetle üretim yapacak, maliyet bu kadar düşmese kim ihracat yapacak, deniyordu. Gelir ve kurumlar vergilerinin milli gelirdeki payı çok mu düşük; kaynakları devletin verimsiz alanlarda kullanması daha mı iyi, iş adamı vergi vereceğine parasını üretimde kullanıyor, istihdam yaratıyor, deniyordu.
O dönemlerde denetim de gözden çıkarıldı. Neoliberal politikaları savunanların denetimin hiçbir türüne pek sempati duymadıkları açık. Fakat yine de, denetimin bu kadar ortadan kaldırılmasının sorumluluğunu tamamen neoliberal politikaların üzerine yıkmak haksızlık olabilir. Kamu kaynaklarını kullanırken keyfilikten vazgeçmek istemeyenlerin rolünün daha önemli olduğunu sanıyorum.
Kamu kaynaklarını kullananların üzerinde üç türlü denetim olabilir; idari denetim, yasama denetimi ve sivil toplum denetimi.
İdari denetim hükümetin kontrolünde yapılan denetim olduğundan korkmaya pek de sebep yoktur. Hükümet yine de, muhtemelen uzun vadeli düşünerek, bu denetimin en güçlü ayaklarını yok etmeyi tercih etti. Bir zamanlar denetim deyince akla gelen ilk kurum olan Maliye Teftiş Kurulu 2011 yılında kapatıldı. Kapatma kararının Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) önerisi üzerine alındığı söylendi. IMF’nin ülkelere sağladığı kaynakların kullanımını sıkı sıkı denetlediği bilinirken, neden böyle bir öneri getirdiğini anlamak zor.
Oysa Maliye Teftiş Kurulu tam da dış borç ödemelerinin zora girmesi üzerine kurulmuş bir örgüttü. Kamu harcamalarını kontrolden aciz Osmanlı yönetimi 93 harbi sırasında dış borç ödemelerini yapamayacağını açıklayınca, 1879 yılında bazı vergi gelirleri alacaklılara bırakılmıştı. Bu aşamada kamu gelir ve harcamalarının denetimi zorunlu hale gelmiş ve aynı yıl Maliye Teftiş Kurulu kurulmuştu. Zaten iki yıl sonra, 1881’de Düyun-u Umumiye idaresi kurularak kamu gelirlerinin çoğunluğu alacaklıların kontrolüne geçti.
2011 yılında Hesap Uzmanları Kurulu da kapatıldı. Bu kurul da İkinci Dünya Savaşından sonra, 1945 yılında vergi sisteminde köklü değişiklikler gündeme geldiğinde kurulmuştu. Gelir ve Kurumlar vergileri de 1949 yılında çıkarılan yasalarla yürürlüğe girmişti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetim yapan Sayıştay’ı kapatmak söz konusu olamazdı. Bu yüzden fiili durum yaratarak sorun çözüldü. Yasama organının denetim kurumu olan Sayıştay’ın raporlarının Mecliste okunması engellendi. Denetim yaptığını bildiğimiz fakat denetim sonucunda neler saptadığını bilemediğimiz bir kurum, elindeki bilgileri ne meclise ne de halka ulaştırabildi. Raporların açıklanmasına “gerek görülmedi”. Böylece kamu kaynaklarının kullanımının denetimine gerek görülüp görülmemesinin bir tercih konusu olduğu ortaya çıktı. “Deregülasyon”un son aşaması bu olsa gerek.
Kamu denetimine olanak vermeyen bir yönetimin sivil toplum denetimine göz yumması tutarsızlık olurdu. Hükümet böyle bir tutarsızlığa düşmedi. Soma maden ocakları gibi işyerlerinde sendikaların iş güvenliği ve çalışma koşulları gibi konularda denetim işlevi üstlenmesi gerekirdi. Oysa gücünü iyice yitiren sendikalar artık işyerinde bir daire gibi görüldüğünden, herhangi bir şey denetlemeleri de söz konusu olamazdı. Zaten denetlemediler ve işçiler tarafından işveren gibi “karşı taraftan” olarak görüldüler. İşçiler sendikayı bastı, sendika yöneticileri istifa etmek zorunda kaldı.
Hükümet sivil toplum örgütlerinin denetimini asla kabul etmedi. Bir yıl önce Gezi direnişini başlatan da kentin gelişimini kimin denetleyeceği üzerine yaşanan anlaşmazlık oldu. Bu anlaşmazlık çözülmedi ama zaten direniş bu konunun çok ötesine geçti. (BD/HK)