Devletin sürdürülebilirliği
Dolayısıyla, bir devletin sürdürülebilirliğinin temel koşullarından biri nasıl yurttaşlarının her birinin bu yasaları kendisi açısından bağlayıcı hissetmesine bağlıysa ve doğal olarak her devletin bütün yasal ve normatif gücünü kullanarak yasanın hakim kılınması için hukuk aracılığıyla varlığını korumaya hakkı varsa, yurttaşların da, devletle ilişkilerinde, davranışlarının sonuçlarına ilişkin öngörülebilir bir dünyada yaşadıklarını bilmelerinden kaynaklanan bir iç huzuruna sahip olma hakları vardır -örneğin ben artık idam cezasının olmadığı bir ülkede yaşadığımın ve bu ülkedeki her yurttaşın kendi anadilini öğrenme hakkı olduğunu bilmenin iç huzurunu istiyorum- .
Sivil itaatsizlik
Yurttaşların, yasal olarak uymaya yükümlü oldukları bu kontratın içeriği bazen ahlaksal, dinsel ya da siyasi olarak bağlı oldukları kanaatlerle uyuşmadığında, vicdani olarak kendilerini ifade etmekle yasaya itaat etmek arasında oluşan ikilemden "sivil itaatsizlik" doğar; en azından hayatlarının, vicdanlarıyla çelişmesinden huzursuzluk duyan ve hayatlarının dolayısıyla dünyanın değiştirilebilir olduğu fikrine hala inananlar açısından bu böyledir . Toplumun bazı kesimleri bireysel olarak veya gruplar halinde yasa onlara ayrımcı, kabul edilemez ve kendi çıkarlarıyla uyuşmaz, bağdaşmaz göründüğünde. kendilerini yasaya itaat etmeme konusunda özgür hissedebilirler.
Yasaya itaatsizliğin, hırsızlık, tecavüz gibi kriminal olanlar dışında, sivil itaatsizlik olarak adlandırılan, moral ve siyasi nedenlerin harekete geçirdiği üç biçiminden söz edilebilir: Vicdani ret, sivil itaatsizlik ve isyan. Vicdani ret, varolan yasaya itaatsizliğin, yasanın buyurduğu eylemi gerçekleştirmeyi reddetme biçiminde ortaya çıkar genellikle. Sivil itaatsizlik, farklı olarak yasayı değiştirme talebini de içerecek biçimde oluşur. İsyan (ya da devrim) ise sistemi bütünüyle değiştirmeye yönelik bir eylemler bütününü ifade eder. Üç "yasaya itaatsizlik" biçiminin ortak yanı, yurttaşların bir bölümünün yasayla ilgili hoşnutsuzluktan ve kendilerini temsil etmediği düşüncesinden hareket etmeleri ve sonuç olarak yasaya itaat etmeyi reddetmeleridir. Bu bilgiden doğal olarak, sivil itaatsizlik eylemlerinin adli cezalandırılma konusu oldukları sonucu çıkmaz. Demokratik sistemlerin gerçekten uygulandığı toplumlarda, "isyan" dışındaki sivil itaatsizliklerin altında yatan niyet düzene meydan okumak olarak kabul edilmez, tam tersine bu süreç yasalarla ilgili tüm yurttaşların hoşnutluğunu sağlama konusunda yeni bir sözbirliği sürecinin kışkırtıcı gücü olması anlamında, demokrasinin, azınlıkların temsiline ilişkin olanaklarını harekete geçirebilecek yaratıcı bir imkan olarak kabul edilir.
Devlet ve yurttaşlar arasındaki suç ortaklığı
Bu ülkede sürekli "hatırlamamız" gerektiğini düşündüğüm, yukarıda sözü edilen genel bilgiler, insanlığın yüzyıllardır ulaşmak için mücadeleler verdiği temel yaşam hakları çerçevesinde ele alınabilecek doğrular ve insanlığın demokrasi tarihi bir anlamda, vicdani retler, sivil itaatsizlikler ve isyanlar tarihi olarak da okunabilir.
Bizim ülkemizde, günlük hayatlarımızı sürdürürken bu temel "insanlık" tablosunun herhangi bir yerinde olmadığımızı hissettiğimiz hatta bu hissi neredeyse içselleştirdiğimiz, ona gönüllü kulluk ettiğimiz bir insanlık durumunda yaşıyoruz. Bu ülkede devletin kimi kurumlarının, yurttaşlarının temel insanca yaşama hakkını güvence altına alma ve yasaların yurttaşlara eşit olarak uygulanmasını sağlama konusunda ekonomik, sosyal ya da siyasi olarak görevini yapmada sık sık ihmaline, istismarına ya da kastına rastlandığı ve yasalara uymayarak alenen suç işlediği sanırım sadece azgın azınlıkların fikri değil.
Bu, öylesine kanıksadığımız bir gerçeklik ki, belki de bu nedenle, yasaya uymamanın adeta devletle yurttaşlar arasında sessizce ama çok derinden yaşanan bir suç ortaklığının gereği olarak karşılıklı görmezden gelme sonucunu doğurması şaşırtıcı ya da yeni değil. Bu derin suç ortaklığını reddederek, temel, insanca yaşam standardını tüm yurttaşları için eşit olarak gerçekleştirme, yani çoğu kez sadece bu konudaki yasaları uygulama görevini devlete hatırlatmanın ise bu ülkede adı "sivil itaatsizlik" olabiliyor. Toplumun aydınlatılmasıyla görevli oldukları ve belki de hukuk düzeninin başlıca savunucuları olması gerektiği için özellikle "üniversitelerimiz"de yaşanan anadilde eğitimle ilgili dilekçe eylemini ele alalım.
Anadilde eğitim isteği ve yasallık
Kopenhag kriterleri çerçevesinde meclis tarafından AB uyum paketi içinde çıkarılan yasalar gereği, her yurttaşın anadilinde eğitim yapma hakkı -artık ve nihayet- yasalarla güvence altına alınmıştır ve tıpkı diğer yasalar için olduğu gibi bu yasanın da uygulanmasını sağlamanın devletin görevi, yurttaşların da bu yasayla bağlı olmak yükümlülüğü, tartışılmaz bir hukuk ilkesidir.
Özel olarak dilekçe eylemi söz konusu olduğunda, eylem bence olsa olsa bir sivil itaatsizlik eylemi olarak kabul edilebilir ve dünyanın hiçbir demokratik sisteminde, yasaya karşı çıkma olarak teşhis edilip cezalandırılmayla sonuçlanmayacak bir eylemdir. Öğrenciler, anadillerinde seçmeli ders almayı talep eden içerikteki dilekçeler vererek, hukuken dilekçe verme haklarını kullanmışlardır. Hukukçuların, medyada yer alan açıklamalarından hareketle, bu eylemi, bu ülkede o zaman varolan yasalar göz önüne alınarak, eğitimin tek resmi dille yürütüleceği ilkesi ve bu anayasal ilkeyi öğrencilerin de bildiği ya da bilmeseler de uymak zorunda oldukları düşünüldüğünde bile, en çok sivil itaatsizlik kapsamında değerlendirmek mümkün olabilir. Olsa olsa yasal bir sürece bağlı bir isteğe yasal yollarla cevap verilerek, bu isteğin karşılanıp karşılanmamasının neye bağlı olduğunun açıklanması gerekir.
Oysa herkesin bildiği gibi bu eylemler, yasadışı olduğu yorumuyla, farklı üniversitelerce farklı biçimlerde cezalandırılmışlardır. Kimi öğrenciler, üniversitelerden uzaklaştırılmış, kimileri tutuklanmış, bazen idari bazen adli bir süreç işletilerek, yurttaşların yasa karşısında eşit oldukları ve yasanın uygulanışındaki aynılık ilkesiyle çelişen bir yasal süreç uygulanmıştır. Bu olup bitenlerin, öğrencilerin üniversiteleriyle ilgili algılarında neleri nasıl değiştirdiği ya da yurttaşlar olarak, yasalara itaat konusunda yasa koyucunun otoritesini nasıl algıladıkları başka bir mesele ama burada asıl ilginç olan AB uyum yasalarının mecliste kabul edilmesinden sonra ortaya çıkan durumdur: Bu durum, asla "ne güzel, çocukların artık böyle nedenlerle başı derde girmeyecek, biz artık daha demokratik ve insanların kendilerini daha özgür ifade edebilecekleri bir ülkeyiz çünkü.." biçiminde ifade edilebilecek bir hissiyatı yansıtmamaktadır.
YÖK ve MGK
YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün MGK'ya çağrılması, okulların açılmasıyla birlikte, bu eylemlerin alacağı -belki- yeni biçimler ve dolayısıyla ortaya çıkabilecek yeni bir durum'un AB uyum yasalarıyla birlikte ivme kazanacağı ve bunun "önlem alınması gereken bir durum" olduğunun düşünülmesi bile -henüz pratikte nasıl bir tavır alınacağını görmedik-, bu yasaların sağladığı ve öğrencilerin dilekçelerinde talep ettikleri hakların, resmi otoritelerce yeterince içselleştirilmediğini göstermektedir. Benzer bir örnek, insanın temel yaşam hakkının esas olduğu ilkesinden hareketle idam cezasının kaldırılıp yerine, hiçbir demokratik ülkede eşine rastlanmayan bir sonsuz hücre cezası getirilmesinde ve yurttaşların karşısında buna yönelik sonsuz övünmelerde de karşımıza çıkıyor.
Bütün bunlar ve benzeri örnekler ya da beyanlar, demokratik haklarla ilgili olan AB uyum yasalarının, yasa koyucunun içine pek sinmediğini göstermektedir. Yasayı değiştirme yönünde bir çaba da içermediği için bu tutum bir tür yurttaş hakkı olan "vicdani ret" halinin sosyal psikolojisini yansıtmaktadır. Ama bu hal, vicdanı olan varlıklara özgü bir haldir ve devletin vicdan'ı olmaz. Bu nedenle, devlete temel görevini hatırlatmak ve yasaları uygulatmak görevi yine vicdan'ı olan yurttaşların ezeli ve ebedi görevi olarak ortada durmaktadır.