Türkiye’de geleneksel olarak CHP tarafından savunulan devlet geleneği, katliam, baskı ve devlet görevlilerinin yasalar karşısında dokunulmazlığı ile maluldur.
Öyle ya bir hukuk devleti olduğu iddia edilen Türkiye Cumhuriyeti’nde hukukun üstünlüğünün gelip dayandığı yer devlettir. O çok savunulan kuvvetler ayrılığında yürütme her zaman faşizan bir biçimde yasama ile yargıyı dövmüştür. Yani aslında kuvvetler ayrılığı falan yoktur. İktidardan ve devletten bağımsız bir yargı olmadığı gibi yasama da bırakın çoğunluğu lider sultası altındadır. Evet ikisi arasında fark vardır ama bu asker de olur sivil de…
Dolayısıyla Türkiye’de devlet demek Ermeni soykırımıdır, Mustafa Suphi’lerin katliamıdır, Trakya’da Yahudi pogromlarıdır, aydınların ve muhaliflerin öldürülmesi, kaybedilmesi, olmadı hapse tıkılmasıdır.
Türk sermaye birikimi adına Ermeni Soykırımı yetmemiştir, Müslüman olmayan işadamlarının mallarının yağmalanmasına ve önemli ölçüde tasfiye edilmelerine yol açan ayrımcı Varlık Vergisi imdata yetişmiştir (1944). Kıbrıs bahanesiyle 6-7 Eylül 1955’de azınlıklara saldırılar tezgâhlanmış, öte yandan Müslüman olan azınlıklar da baskı ve zulümden elbette paylarını almış; ayrı bir kimliğe sahip Dersim Alevilerine karşı askeri katliam düzenlenmiş (1938), Maraş (1978), Çorum (1980) ve Sivas (1993)’ta Alevilere yönelik katliamlar sivil örgütler eliyle hayata geçirilmiş, resmi güvenlik güçleri tarafından seyredilmiş, hatta desteklenmiştir.
En sonuncular askeri darbe öncesi tezgahlananlar. Bir de askeri müdahale dönemleri var. 27 Mayıs 1960’ta askeri darbe sırasında sivil politikacıların yargılandığı Yassıada’da göz göre göre hukuk cinayeti tezgâhlanmış, siyasetçiler asılmış; 12 Mart 1971 askeri darbesiyle sol muhalefet devlet terörüyle sindirilmeye çalışılmış; 1980 askeri darbe döneminde yapılanlar insanlığa karşı suç niteliğini almış, cezaevlerinde ve özellikle Diyarbakır Cezaevi’nde akıl almaz işkenceler yaşanmış, Kürt kimliğini yok etmek için faşizan politikalar devreye sokulmuş; Kürtler asimilasyona tabi kılınmış, isyan ve direnişleri kanlı biçimde bastırılarak, infazlarla, tehcirlerle Kürt kimliği yok edilmeye çalışılmış; “terörle mücadele” adı altında Kürtlere yönelik zorla kaybetmeler, faili meçhuller, toplu mezarlar bir dönem yaygın politika olarak uygulanmış, Kürt kimliğinin tanınması ve Kürtlerin politik mücadelesi baskı ve zulümle bastırılmaya çalışılmıştır.
Yani bugüne kadarki devlet politikalarının özeti toplu katlet, tek tek öldür, terör uygula ve bunu yapanları da yargılama, cezalandırma’dır.
Türkiye halklarının toplumsal belleğinde en kuvvetle yer alan bilgi, ‘devlet terör uygular ve buna hukuk işlemez’ bilgisidir.
1 Mayıs da bu gelenekten nasibini almıştır. 1977 1 Mayıs’ında Taksim’de devlet eliyle tezgahlanan katliam nedeniyle toplumsal belleğimizde bu cezalandırılmayan devlet görevlileri, sorumlular silsilesinin içinde 1 Mayıs Katliamının siyasi sorumluları ve adli suçluları da var. Dolayısıyla 1 Mayıs için her Taksim Meydanı’na çıkışta sadece devletin (yani siyasal iktidarlar ve siyasetçilerin, yargının, soruşturma komisyonlarıyla yasamanın) bir türlü ‘çözemediği’ 1 Mayıs 1977 katliamının kurbanlarını anarız. Yanısıra devlet terörünün bütün faillerini de. Türkiye’de 1 Mayıs sadece çalışan sınıfların mücadelelerinin kutlandığı bir gün değil, katliamın kurbanlarının anıldığı, faillerinin cezasızlığının kabul edilmediğinin dile getirildiği bir gündür.
Taksim Meydanı, bizim için bu cezasızlık zırhı nedeniyle Türkiye’nin farklı coğrafyalarında benzer katliamların tekrar tekrar sahnelendiğinin farkında olduğumuzun sembolüdür. Semboller farklı şeyler ifade edebilir, aynı meydan bazıları için ‘gavur İstanbul’u, yeni rant fırsatlarını temsil ediyor olabilir. Bu fazla bir şey ifade etmez. Çünkü devletin gücüne karşı toplumun en güçlü silahı toplumsal hafızadır.
"Marjinal gruplar, marjinal gruplar" diye geveleyen gaz bombacı İstanbul Valisi’nin de "biz Kazlıçeşme’ye gidiyoruz’ siz niye gitmiyorsunuz" diye ilenen Başbakanın da anlamadığı budur.
Şimdi bir barış süreci yaşıyoruz. Hilafsız çok memnunuz. Kalıcı barışın sağlanmasının en önemli araçlarından biri insanlığa karşı suçları, savaş suçlarını işlemiş olanları yargılamak, devlet terörüne eşlik eden yalan perdesini aralayarak hakikatin ortaya çıkmasını sağlamak, mağdur edilmiş insanları bilmekten tanımaya geçmektir.
Taksim’e çıkışı engellemek için Beyoğlu’nun bütün sokaklarını kapatınca, her tarafa polis yığıp, kamu ulaşımını iptal edince, insanların üzerine tazyikli su sıkıp, gaz bombası atınca, toplumsal bellek kaybolmaz. Benzer uygulamalar, Arjantin generallerince, Yunanistan cuntasınca 12 Eylül darbecilerince uygulandı... Ne oldu?
1 Mayıs performansı AKP’yi geleneksel devlet terörü çizgisine savurmanın ötesinde barış süreci açısından da çok kötü bir sınav. Yaşananların üstünü örtme, bastırma, terörize etme, gerçekleri karartma bu topraklarda sık başvurulan bir yöntemdir. Bu tür uygulamaların üstüne çekilen süngerlerden her seferinde kan fışkırmıştır.
Adaletsiz, hakikatsız, hafızasız barış olmaz. (MÇ/HK)
* Fotoğraf: Erhan Demirtaş