"Devlet bir tasmadır…’’ Arthur Schopenhaeur
Yeniden sosyalizm derken aslında Lenin’in "Devlet ve Devrim" kitabında devlet üzerine tezlerinden bir parçayı kapsayan ama bence Leviathancı devletleşmeyi durdurmanın yollarından biri olan “devletin sönümlenmesi” meselesini anlıyorum ve başka bir sosyalizme geri mi dönüyoruz diye düşünmeden edemiyorum. “Hangi sosyalizm?” klişesine düşmeden geri dönüyoruz.
Çünkü devlet Kantçı manada “kendinde bir amaç” olmaktan en başından beri uzak olduğu gibi dişlerini kaşıyıp sürekli “kendinde bir araç” olarak kaldı. Bu mistifikasyona karşı çıkmak, bu bagajı dolu “metafizik” yanılgıyı aşmak ancak “aklını ıslah etmiş” bir zihinle mümkün. Spinoza’ya göre aklını ıslah etmek, sorunlar karşısında en yakın nedene ulaşmaktır. Eğer sorunlar karşısında en yakın nedene ulaşmak istiyorsam tüm önyargılardan arınarak, aslında “yargımı askıya alarak” ulaşabilirim.
Başa dönersek “yeniden sosyalizm”den kastım; devletin tüm tahakküm araçlarından ve Kafkavari bir bürokratik-dinsel evrenden azade bir araç devletidir. Devlet nihayetinde kutsallaştığı ve kapital düzene hizmet ettiği ölçüde ruhlara ve bedenlere baskıyı artırır.
Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları kitabında DİA’ların tıpkı küçük bir faşist motor gücü gibi çalışarak sürekli önüne geleni biçip yok ederek ilerlediğini belirtir.
Aile, din, okul, sanat gibi devletin ideolojik aygıtlarına dönüşen bu devletin “motor güçleri” hep kendini yeniden üreterek durmadan sömürülmeye açık “artı değer”ler oluşturur.
Bugün tüm kurumların çürümüş olmasının, ihtiyaca cevap vermemesinin temelinde de bu motor güçlerinin Leviathancı devlet modeline entegre olmasından kaynaklanıyor. Aile, din, okul ve sermaye tarihsel olarak kapitalist-emperyal düzenin kalbine giden damar yolları işlevini görüyor.
Çünkü kutsallaştırmaya giden bütün yollar mubah olmaya başlıyor. Ortodoks Marksizmi aşmak isterken Althusser, aslında sınıfların birbirini alt etmesinden öte sınıfın içinde yaşayan o küçük kanserli organizmaları eleştirel bir yönteme tabi tutmadan aşamayacağını biliyordu. Sonradan Post-Marksistler de bunu görecek ve bir din gibi yapılanmış olan eleştirinin de eleştirisini yapacaklardır.
Evet, eleştiri dogmatik olabilir; eleştirinin kendini gerçekleştirme yöntemi de eleştiriye tabi tutulmalı.
Toplum Sözleşmesi
Sistemler üzerinden devlete ulaşıyoruz. Sistemlerin bir dili, kültür politikası, sözlüğü vb. birçok yapısı oluyor. İmparatorluklar yıkıldıktan sonra emperyal-kolonyal düzen kıyafetini değiştirmek zorundaydı.
Buna cevap olarak ona karşı olanlar da kıyafetini değiştirmek zorunda kalıyordu. SSCB deneyimi kendini I. Dünya Savaşı’nda bulunca –ki bu tarihsel olarak son imparatorluk savaşıydı– savaşın kapitalizme hizmet ettiğini düşünüp etik olarak çekilme ve kendi içinde enternasyonal komünizmin ilk adımlarını atmak istedi.
Lenin’le bir noktaya kadar gelen sistem “nasyonal canavarlarla” karşılaşınca her şey yine birbirinin yerine geçen, anlık dönüşümlere uğrayan, daha fazla silaha ihtiyaç duyan bir düzene döndü.
Hâlbuki biz kanunlarla, “toplum sözleşmesiyle” birbirimizi kesmeyeceğimizi söylemiş, Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında bahsettiği “güvenlik ve sevgi” koridorunu çoktan geçmiştik. İşte ulus-devlet tam da sözleşmeye, güvenliğe ve sevgiye saldırdı. İlk olarak sözleşmenin maddelerini değiştirdi.
Yasa vaat etti, sonra yasayı vaat etmeyi yasakladı. Türkiye Cumhuriyeti de dâhil olmak üzere türlü faşizmler gelişti. Hayali cemaatler kuruldu. Devlete bir isim verildi, marşı yazıldı ve dili seçildi. Bunu bir acil eylem planı olarak görmeyip hazırlığını yapan uluslar şu anda hâlâ sorun yaşasa bile kendi içindeki “farklılıkları” yok etmek yerine uzlaşmaya gitti.
Uzlaşma hukuku gerektirdiği için yerel yönetimlere, çok dilli yönetilme biçimlerine ve çok kültürlülüğü esas alan yönetim şekillerine gitmek zorunda kaldı. Çünkü modern devlet —daha doğrusu sanayileşme sonrası devlet— artık birkaç geleneksel veya çağdaş oligarkın elinde oyuncak gibi oldu.
“Devlet nedir, ne işe yarar, neden hâlâ var, ne istiyor bizden, biz ondan ne istiyoruz?” gibi bütün sorular belirsizleşti. Şimdi neoliberal, ırkçı ve milliyetçi yahut içi çürük ve boş cumhuriyetçi çizgide ilerleyen bir devlet kaldı elimizde. En küçük birimde yetişen dikta personeli her yere yayıldı ve devasa bir güce dönüştü, kıtaları aştı.
Dili gereksiz kıldı. Dünya, dilsiz bir diktatoryal düzenin içinde buldu kendini. Ülkelerin kaderleri sadece haber ajanslarının bir yerel olaya erken veya geç kalmasıyla sıralamanın değiştiği bir hâle büründü.
Şimdi, yıllar sonra “Acaba başka bir devlet modeli mümkün mü?” diye son 20-30 yıldır düşünülüyor. Merkezin dışında kaynayıp duran, yerelden evrensele doğru yükselmek isteyen ekolojik-kömünal-demokratik bir yapı inşa edilebilir mi, onun “pazarlığı” yapılıyor Leviathancı uluslarla. O yüzden yeniden sosyalizm, başka bir sosyalizm teklifi yapılıyor. Türkiye’de de bu teklif yapıldı.
O zaman dönüp dolaşıp meselenin yine “nasıl bir devlet arzulanıyor?” sorusuna geldiğini görüyoruz. Devletin de en büyük silahı, kendini meşru kılma aracı hukuk/yasa. Yasaları da silahlarla, askerle, polisle korur. Mahkemeler ve hapishaneler ise ceza sisteminin iki temel ayağıdır.
Tekrar devletin organlarından biri olan hukuka geri dönelim. Böylece ben de daha fazla kaçamadan bu yazının asıl konusuna gelmiş oluyorum. Bir devlet arzulamak, ona sımsıkı sarılmak, boynunu büküp anne-baba şefkati görmek, “aşkım, sevgilim” vs. gibi duygusal partnerlik kurmak veya onu kutsal bir otağ/ocak olarak görmek… İşte Althusser’in tam da bahsettiği ideolojik aygıt/lar bunlar.
Duyguların kültürel politikasının örnekleri olan aile–din–okul gibi kurumlar devletle ilişkilendiğinde ortaya çıkan sözlük.
Türkiye Cumhuriyeti yüz yıldan fazladır en çok Türkler tarafından idare ediliyor ve seviliyor. Devletin her yerine sinmiş olan Türklük, gündelik hayatta, renklerde ve dillerde kendini durmadan yeniden üreterek ilerliyor.
Bir bebek daha dünyaya düştüğü ilk yerde, evde veya hastanede kulağına ezandan sonra anayasanın ilk dört maddesi okunuyor. “Türkiye Türklerindir” derken gazete aslında çok ciddidir. Peki, bu devlet fetişliği kendi içinde bütün renkleri ve dilleri bastırdı, yok etti, sömürdü, sürdü veya kendine “engelli etnik vatandaş” yarattı.
Türkiye’de kim Türk değilse o zaten hiçbir zaman Türk olamayacaktı; olsa bile onun kökeni yüzüne vurulup o da ondan alınmak istenecekti, istendi. Yani özetle şimdi Türkiye sorunlu olarak değişmek istiyor.
Daha doğrusu devlet değişmek istiyor. Devlet değişmek istediği için fetişizmler/fanteziler ya ortadan kalkacak ya da dönüşmek zorunda kalacak. Belki birkaç tanesi kalmakla birlikte artık devleti kan-ter içinde arzulamak da değişecek.
Hâlâ bir türlü tüm mensuplarının yok olmadığı Kürtler, yıllar sonra devlet fetişliğine karşı bir teklifte bulundu. Son Kürt isyanı, devlet talebini bir kenara bırakıp içinde olduğu devleti dönüştürmek istiyor. Çünkü Kürtler feodalitenin kapital düzende ilerlerken ve ölürken son isyanla dirildi; klasik Marksist-Leninist çizgiyi aştı, yeni bir sosyalizm, yeni özgür ve eşit bir anayasa (aslında hukuk yani devlet) talebinde bulunuyor.
Ekolojinin, kadının köleleşmediği ve kapitalist modernizasyonda çürümediği komünal sistemlerin olduğu bir düzen. Bunun için en başta hukuku Türklükten ayırmak, hukukun “etnik” kimliğini elinden almak, aslında yasa koymak, yeni bir anayasa belirlemek gerekiyor. Krize neden olan yasanın adının olması, ona bir renk, dil ve kıyafet verilmesi…
Güvenlikli, silah kuşanmış bir yasa birini ne kadar etik olarak yargılayabilir? Hâliyle demokratik toplum dediğimizde anayasada bir üst, abi, aydın, yetişkin, majör bir kimlik, dil, bayrak ve marş yerine tüm bunları dönüştüren yeni bir yapı kast ediliyor.
Marx da Engels’le birlikte yazdıkları Alman İdeolojisi kitabında özerk bir bilinç ve onun tarihselliğinden ziyade “yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine bilinci belirleyen yaşamdır” diyerek aslında tam da hayatın her alanında bize dayatılmış ideolojik aygıtların (aile–din–okul–sanat–tıp vb. kurumlar) yaşamımızı belirleyip bizi körleştiren bir yapıyı ortaya koymuş olmuyor mu?
Şimdi devlet fetişizmini düşünelim: “Ya benim olursun ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin” demenin bir manası var mı?
(OD/EMK)



