Küçük Kara Balıklar çocuklara yönelik devlet şiddetine dair, doğrudan çocuklarla yapılan röportajlara dayanan bir belgesel – film olması dolayısıyla çok kıymetli… Kürdistan’da devletin özellikle son 25 yıllık zulmünün resmi çizilmiş adeta, bu sefer çocukların gözlerinden bakarak olan bitene.
Film önce 90’larda çocukluğunu bölgede yaşayan yetişkinlerin yaşantı ve tanıklıklarıyla başlıyor. Sistematik devlet şiddetine maruz kalan çocukların nasıl ‘yetişkinleştiklerini’ görüyoruz ekranda, nasıl tam olamadıklarını. Her birinin hayatlarından bir şeyler alınmış, yakınlarının kaybı, yaşam alanlarının kaybı, anılarının, geçmişlerinin kaybı…
Anlattıkça 90’ların çocukları, rahatsız oluyorsunuz, canınız yanıyor, bu bilgiyle nasıl yaşayacağınızı bilemez hale geliyorsunuz.
90’ların çocuklarından bugünün çocuklarına dönünce kamera, söz doğrudan çocukların olunca nefes alışınız daha da zorlaşıyor. Roboskili bir çocuk, katliamdan sonra yaşamında neler değiştiğini “Acı, öfke, kahır var. Artık bizim için hayat yok oldu” diye anlattığında, yoklaşıyor sizin de yaşamlarınız.
Çocukların Roboski’deki günlük yaşamını öğreniyorsunuz: “Okula devamsızlık yapıp, kaçağa gidiyor çocuklar” ve ardından ekliyor hemen bu mecburiyetin nedenini: “Ya mayına basacaksın, ya kaçakçılığa gidip öleceksin”.
Roboskili çocuklar biliyorlar kimin suçlu olduğunu, direnme ve mücadele etme güçleri hiç eksilmiyor aslında. Diyorlar ki: “Keşke ben de avukat olsaydım, Erdoğan’ı yargılardım”.
Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Batman’da, Van’daki devlet şiddetini anlattıkça çocuklar, nefes alamaz hale geliyorsunuz. Çocukların neden toplumsal gösterilere katıldığını anlamak isteyenlere, ısrarla ‘ehlileştirilmiş’ çocukları görmek isteyenlere cevap Diyarbakırlı çocuğun sözleri: “Diyarbakır’da çocukluğun her anı politiktir”.
Bu politik çocukluğun var olma biçime dönüşmüş olan ‘taş atma’ eyleminin dinamiğini iyi anlamak gerekiyor: "O taşı elime aldığımda, o kadar güçlü metal panzere bir zarar vermiyor, bunu biliyorsun; ama su serpiyor içine."
Sizin şiddet eylemi dediğiniz, ‘terörist eylem’ dediğiniz ‘taş atma’ edimi, çocukların hayatlarında yüreklerine su serpiyor. Yıllarca hem toplumsal bellek aracılığıyla, hem kendi yaşantılarında öğrendikleri baskı, ayrımcılık ve sistematik şiddete karşı sokağa çıkıyor çocuklar.
Özgürlükleri için, anadilleri için sisteme atıyorlar o taşı[1]. Şiddetle sosyalleşmiş çocukların buna tepki olarak kurdukları bir iletişim dili o taş. Söylendiği gibi ne onlara ‘örgüt’ öğretiyor, ne de aileleri baskı kuruyor, onlara zaten devlet öğretiyor: “Benim her şeyi anlamamı devlet sağladı” diye düşünen çocuk için artık mücadele edilmesi gereken bir ‘devlet’ olgusu karşımıza çıkıyor.
Çocuklar için bu devletin, devlet şiddetinin görünür yüzü olan asker ve polisler de karşılarında mücadele ettikleri aktörlere dönüşüyorlar[2]. Babası eylemlere katıldığı için tutuklanan bir çocuk, babasının neden eylemlere katıldığını şöyle ifade ediyor: “Halkı kötülerden, polislerden korumak için eyleme gidiyor babam.”
Polislerin doğrudan ‘kötü’ olduklarını ve ‘halkın polislerden korunması gerektiğini’ düşünen çocuklar için, artık devlet algısı ile kendi yaşam pratikleri arasında çok ciddi bir ayrım oluşmaya başlamış oluyor. Hatta bu ayrım, çocukların doğrudan kişisel yaşam alanlarında da görülüyor.
“Ben bilim insanı ya da dedektif olmak istiyordum. Ama dedektif olmak için polis olmak gerekiyormuş, o yüzden vazgeçtim. Sonra bilim insanı olmaya döndüm ama bilim insanları da hükümetin. Hükümet de polis demek, o yüzden ondan da vazgeçtim.”
Gelecek hayallerini zorunlu olarak ‘devlet’ ve ‘polis’ ile ilişkilendiren bir çocuğun bu hayallerinden vazgeçmesi, çocukların yaşam alanlarının nasıl daraltıldığını gösteriyor aslında.
Daha çok çocuk var belgeselde, daha çok şiddet var. Çocukların daha pek çok etkileyici sözleri, görüşleri var. Çocuklar apaçık onları ciddiye almamızı ve dinlememizi bekliyorlar.
Yaşanan bütün ayrımcı pratiklere ve şiddete karşı; “İçimde vurma hissi oluyor. Ama onlar çok kötü, çocuk da olsam beni de götürürler, o yüzden içime anlatırım ben de” diyen çocuğun sadece içine anlatmamasını sağlama sorumluluğu, bunun mekanizmalarını yaratma mücadelesi ise hepimize düşüyor.
Çünkü çocuklar mücadele etmek istiyor, kendi yaşamlarının sahibi olmak istiyor. İşte özgürleştirmeye çalıştığımız yaşam alanlarımızda, çocuklarla birlikte mücadele etmeye gereksinimimiz bu yüzden gittikçe artıyor. İyi ki bu taştan devlete, taşlarını esirgemiyor çocuklar. Yoksa belgesel sonunda, devlet dersinde öldürülen çocukların tek tek isimlerinin göründüğü jenerikte, nefessizliğimiz boğulmayla sonuçlanabilirdi. (SY/YY)
* Sedat Yağcıoğlu, Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü