“yüzleşmek” gerek!
yaptıklarınla ve yapmadıkla...
şimdi ve geçmişle...
“yüzleşmek gerek!”
yüzleştim, bir kez daha!
3 şubat 2015’de çıktığı gün istanbul’da almıştım ece temelkuran’ın son romanı “devir”i. okudum, bitirdim!
romandan bir bölüm: “müzik ruhun gıdasıdır”
cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası’nın 1979-1980 sezonu gösterimleri henüz bitmemiştir. ali’nin romandaki sözlerinden 23 nisandan sonraki günlerde mayıs ayı içinde olduğumuzu çıkarabiliriz. orkestranın gösterim salonunda ayşe bahar, anneannesi nejla (izmirli) hanım ve evlerine temizliğe gelen aliye akgün’ün konuşmayan oğlu ali konsere gelmişler.
konseri sonradan 12 eylül darbesini yapacak olan ve çankaya’daki kuğulu parktaki her şeyi gören, bilen, belleğine kaydeden ve bir gün anlatacak olan kuğuları naklettiği genelkurmaydaki ‘rezidansı’ndan kaçmasın diye kanatlarındaki bir kası kesmek için emir veren “paşa” da izlemeye gelmiştir.
ali, önündeki sırada oturan subaylardan kuğuların başına gelecekleri o sırada öğrenir.
konser programında “kuğu gölü balesi”nden bir müzik de vardır.
“kuğu gölü balesi”ni bilir misiniz? izlediniz mi bu baleyi, ya da müziğini dinlediniz mi?
pyotr ilyiç çaykovski’nin bestelediği ilk baledir. ilk kez 1877’de rus kraliyet tiyatrosu tarafından sahnelenmiş, ilkin başarısız bulunarak gösterimden kaldırılmış; bestecinin 1893’te ölümünden sonra ünlü koreograflar petipa ve ivanov'un koreografisi ile 27 Ocak 1895’ta yeniden sahnelenmeye başlamıştır.
türkiye’deki prömiyeri 29 Ekim 1965’te ankara’da yapılmış rejisini ninette de valois yapmış gülcan tunççekiç ve meriç sümen başrolleri oynamıştır.
ben de sanırım istanbul’da 90’lı yılların ortalarında izlemiştim. trt’nin radyo 3’ünde sık sık çalınır.
eserin konusu sıkça bilinen bir temadır, “iyiler-kötüler” mücadele eder insanlık tarihi boyunca hep olduğu gibi. büyücü rothbart tarafından arkadaşları ile birlikte kuğuya dönüştürülen ve ancak bir erkeğin aşkı ile tekrar insan kılığına dönüşebilecek olan prenses odette ile prens siegfried arasındaki aşk ve büyücünün, kızı odil'i prenses odette kılığına sokarak prensi kandırması gösterilir. ama büyücünün kurduğu düzen başarıya ulaşamaz. odette’ten ayrılmak istemeyen prens, sevgilisi ile ölmeye karar verir ama iki sevgilinin fedakârlığı büyüyü bozar. büyücü ölür; kuğular insana dönüşür; prens siegfired ile prenses odette birbirine kavuşurlar. (1)
“çok güzel, çok güzel... çok güzel olduğu için ağlamak geldi içimden. müzik çok güzel birşeymiş” (ali, s.180)
“ali gözünü kapattı müzik başlayınca, ben de kapattım. müzik böyle buralarıma, boynuma geliyor. davullar olunca karnıma doluyor. dev kelebek varmış gibi, karnımda kanatlarını açmış gibi. o zaman burnuma çiçek kokuları geliyor...” (ayşe, s.180)
“devir”de ali ile ayşe’nin kurtarmaya çalıştıkları kuğular da aslında insandırlar, hüseyin abi ile birgül abla, ve “don” değiştiren tüm diğer devrimciler; o yüzden de kurtarılmaları gereklidir. “devir” de zaten bu kurtarma-kurtarılma üzerine bir anlatıdır.
12 eylül ve biz
12 eylül’e gelirken neredeydiniz? kimdiniz, ne yapıyordunuz? ya 12 eylül’de? sonrasında? nerelerdeydiniz? nerede yakaladı sizi 12 eylül sizi? nerenizden yakaladı? nasıl yakaladı? nasıl yakalandınız 12 eylül’e, 12 eylül’ü nasıl yakaladınız?
ve yüzleştiniz mi 12 eylül’le? kaçınız, kaçımız, ne kadarımız? neden?
bir soru daha:
“yüzleşenlerle, henüz yüzleşmeyenler ve belki de hiç yüzleşemeyecek olanlar şimdi ne yapıyorlar? 12 eylül için ne yapıyorlar? 12 eylülcüler için ne yapıyorlar? 12 eylül’ün mağdurları, mağlupları ve galipleri için ne yapıyorlar? bugüne kalan 12 eylüllerle ve 12 eylülcülerle ilgili ne yapıyorlar?”
ya da tersten soralım:
“şimdi yaptıklarına ya da yapmadıklarına bakarak, geçmişle, 12 eylül’le yüzleşip yüzleşmediklerini, yüzleşemediklerini anlayabilir miyiz, insanların, çevremizdekilerin?
peki bu bir işe yarar mı, dünü değiştirmeye, yarını başka türlü kurmaya?”
“devir”i bir yüzleşmenin romanı olarak okudum. belki pek çok başka biçimde okunabilir. ama her okur özgürdür, yazarın kendince yazdığını kendince okumakta.
o yüzden ben de ayşe’nin, ali’nin, ya da onlar yaratan ve sonsuza kadar var eden ece’nin hikâyesini böyle okudum. kim bilir belki de “yüzleşme”miz gereken başka bir olayın 100. yıldönümünde okumak benim böyle davranmama yol açmıştır.
gerçekten de zaman zaman düşündüm kitabı okurken, ali ve ayşe’nin benzerlerinin, örneğin artık adalrı başka olan bir manuk ile bir hayganuş’un o günlerde hangi “kuğu”ların peşinde koşmuş olabileceklerini.
gerçekten ece temelkuran “ayşe” midir ya da kitabının sonunda atıf yaptığı kardeşi “inan” böyle mi yaşamıştır o günleri bilmiyorum ama ben anladım “ece temelkuran”ı! “düğümlere üfleyen kadınlar”da anladığım kadarıyla anladım.
o kendi “devir”ni anlatmak istemiş bu romanda. bence anlatmış da!
içindeki çocuğu asla öldürme
çocukların yaşadıklarına gördüklerine dair pek çok yalan söyleriz onlara, işimize öyle geldiği için, belki sıkça da korumak için. ama çocuklar o yalanlara asla inanmazlar. o yüzden önemlidir içimizdeki çocuğu hiç öldürmemek ve o çocuğun sesini hep duymak.
bir gün yeni bir dünya kurulacaksa eğer bunu o çocuklar kuracak bunu çok iyi biliyorum.
gezi bize gösterdi bunu. o çocuklar, o “şarabi aşkiyalar”, gencecik yaşamlarını bir amaç uğruna vermekten çekinmeyen, sonrasında ölümlerinin hesabını bile henüz soramadığımız o çocuklar kuracak yarını, tıpkı kuğuları kurtardıkları gibi kurtaracaklar dünyayı, büyükler ne derse desin, kendi çıkarları için o çocuklara, “berkin”lere ne yaparlarsa yapsınlar!
“... sattığımın memleketinin dibinde o kimsesiz ocukların laneti var. bu merhametsizliğin sebebi, o çocukların hıncı işte. yoksa -” (s:26)
“devir” ali ile ayşe’nin anlattıklarından oluşuyor. onların iç sesleriyle, seslerini çıkarmadan birbirleriyle konuşmalarından, birbirlerine duyurmadan söylediklerinin ardarda sıralanmasıyla yazılmış. “çocukça” konuşuyorlar. “çocuk diliyle” konuşuyorlar, okurken çoktan unuttuğunuz “çocukça”yı yeniden anımsıyorsunuz.
bu dili mutlak biliyor olmalısınız! unuttunuz mu yoksa! anımsayın! o zaman çocukken bildiğiniz başka şeyleri de anımsayacaksanız. birkaç örnek vereyim size kitaptan belki anımsarsınız:
“hep bir ip tutmam lazım benim elimde. çünkü her şey dönüyor gibi olur. her şey hareket ettiği için ipe bakınca görmem ben onları” (ali, s:48)
“ben susuyorum iplere bakınca. annem daha çok korkuyor ben konuşunca. konuşmayınca üzülüyor ama konuşunca korkuyor işte” (ali, s:52)
“başkaları varsa annemle babam kızgınsalar bile gülerler” (ayşe, s:66)
“büyüklerin kitapları çocukların kitapları gibi kokmaz. biraz siyah kokar onlar. ciddi kokar” (ayşe, s:100)
mutlaka anımsamalı, dahası kullanmalısınız o saf, masum, içten ve anlamını doğrudan veren o dili. o dil sizin diliniz, o ses sizin sesiniz. o dil ve o sesle değişti her şey, yine öyle olacak.
gençler geçmişi bilmeli, erişkinler anımsamalı!
o dili, o sesi öğrenince konuşabileceğiz, anlaşabileceğiz o çocuklarla, o çocukların biraz büyümüş olanlarıyla, gençlerle. gençlere anlatmıyoruz. onlarla konuşmuyoruz. o yüzden de anlaşamıyoruz onlarla. onlara bugünkü hâlimizi anlatıyoruz, bugün yaşadıklarımızı, bugün yakındıklarımızı ve bugün hissettiklerimizi, üstelik sıklıkla şöyle saptamalar yapsak da:
“bu ülke, insanı her gece çaresizlik hissiyle uyutup sabah da sana ait olmayan bir utanç duygusuyla uyandırıyor. gece sen bilmeden kim bilir ne rezaletler, felâketler yaşanıyor. sabah da kendimizi, bulunmadığımız yerlerdeki ölümler için suçlayarak, utanarak uyanıp... his kuşatması bu. felç oluyoruz, felç!” (süheyla abla, ayşe’nin anlatımı, s:159)
ama önce kendimiz onların yaşında, çağında ne yapıyordu, herkes onları anımsamalı, sonra olarla onlar gibi yani “çocuk, genç” olmalı, olanları onlarla, tıpkı o zamanki hâlimizle paylaşmalıyız. içten davranmalı, onlarla kendimizi eşit görmeliyiz; tıpkı o çağlarda kendimiz için istediklerimizi onlara sunarak. hatta eğer gerçekten o zaman yaptıklarımızı ve hâlimizi doğru buluyor, biliyorsak şimdi de öyle davranmalı, içimizdeki çocuğu, yanlış yapmasından korkmadan dışarı çıkarabilmeliyiz. o zamanki hâllerimizi düşünüp, şimdi çevremizdeki çocuklara, gençlere, gençliğe sevgiyle, duyarlılıklar, sempatiyle bakmayı öğrenmeliyiz. o zaman inanırız, deneyimledikten sonra asla “olmaz, olamaz” dediğimiz her şeyin olabileceğine, ali ile ayşe gibi!
“kelebeklerin kalbi çok büyük olduğu için ama kendileri küçük olduğu için meclis’e giremezlermiş.”(ayşe, s:134)
“kelebekler meclis’e girebilse ne güzel olur giremezler ama” (ayşe, s:104)
ali ile ayşe işbirliği yaparlar ve kelebekleri meclise sokarlar. hem de henüz bir kozanın içinde küçücük bir böcekken, küçücük bir tırtılken sokarlar, sonra o tırtıllar karakolun bahçesindeki dut ağacından aldıkları yaprakları yiyerek büyürler, dönüşürler ve turuncu kelebekler olurlar ve meclis arşivinden çıkarak tüm meclise yayılırlar.
siz hiç meclise kelebek soktunuz mu? çocuk olsaydınız sokabilirdiniz, sokardınız!
kuğuların uçma kaslarının kesilmesi
“ankara sıkıyönetim komutanlığı’nın belediyeden talebi üzerine belediye yetkilileri, parktaki diğer kuğuların uçmasının önlenmesi için gerekli operasyonun yapılması isteğinde bulunmuşlardır. kliniğimize yansıyan istek doğrultusunda bir kuğuda başvurduğumuz, m. extensor pollicis brevis’in tenectomie (kasın kesilip çıkarılması işlemi) işleminde arzulanan sonuç elde edilmiştir.” (selahattin amcanın dükkânından aşırılan kağıtta yazanlar, ayşe’nin aktarımı, s:229)
“idare etme” mantığı her zaman budur. istenmeyen bir durum ortaya çıkınca o durum ortadan kaldırılır. oysa yönetim, durumu hazırlayan ya da etki eden faktörlerin irdelenmesini, nedensellik bağlarının ve ilişkilerinin saptanmasını, mevcut koşul ve olanakların belirlenmesini, tüm bunların çerçevesinde, önerilecek çözümlerin istenmeyenler ve uzak etki ve sonuçlarının da öngörülerek çözümlenmesini gerektirir. eğer bu yönetim demokratik bir yönetimse tüm tarafların uzlaşmasını, haklara saygılı ve hukukun üstünlüğünü gözetiyorsa da “hak temelli” düşünerek çözüm bulur. ama kesmek, çıkarmak, koparmak her zaman kısa sürede kesin sonuç verir. bedeli ise her zaman çok ağırdır. süheyla abla’nın dedikleri “idare etme”nin egemen olduğu her yerde, her zaman olacaktır. o zaman ali ile ayşe’ye de kestirme yollardan giderek “kuğu”ları olmasa da bir kuğuyu kurtarma ve uçurma görevi kalır.
ece temelkuran’ın “devir”de söz ettiği küçük kuğu kurtulmuştur; aslında tüm kuğular elbet bir gün kurtulacaklardır da kuşkusuz. tüm sorun bunun nasıl olacağıdır.
“kuğular kurtulsun da! kuğular kurtulunca herkes kurtulmuş sayılır zaten.” (ali, s:396)
“kuğuyu kurtarınca oradan çıkacaklar, hüseyin abi ile birgül abla. anladın mı?” (ayşe, s:401)
roman ve anlatı
“devir”in özeti bu: yeni bir şey söylemiyor. ama eski şeyleri, bildiklerimizi farklı bir gözle söylüyor. yukarıda örneklemeye çalıştığım gibi farklı okumalar yapılabilir: o zaman olanlara dair “bir çocukluk yapıldı” da denebilir, “içinizdeki çocuğu öldürmeyin de!”
bence ece temelkuran ikisinin karışımını bir kitap içinde ortaya koymuş. birinden diğerine gidip gelen bir duygu halinde ama kesin olan da bir aşkı, çocuklukta bile olsa bırakmamak gerektiğini söylüyor.
bir soru daha var aslında, okuyup bitirince akla gelen: “roman mı?”
tartışılır; belki de çok tartışılacak. bence romanın olması gereken tüm unsurları içinde olsa da “roman olmamış”. belki; kimisi de “olmuş” diyebilir benden farklı olarak. ben okuduğunu kendince okuyan bir “okur-yazar”dan fazlası, bir “roman uzmanı” değilim. o yüzden “roman tadı almadım” diyeyim burada bırakayım, ama bir anlatı, bir iç dökme, bir iz koyma olduğu çok açık.
seslerine kulak verilmeyenlerin, duyulmayanların, duymak istenmeyenlerin hatta sessizlerin, hatta sessizliğin sesi diyeyim... ama ne dersek diyelim ben duydum o sesi, dahası o günlerde duymadığım, duymazdan gelinen bazı sesleri duydum. ben eceyi duydum, bu bir roman olsa da olmasa da!
çocukların büyüklere özenerek kurdukları hikâyelere benziyor. birazcık romanı taklit ediyor. sevgili latife tekin’e dediğim gibi bir insan yazmaya neyle başlıyorsa bence hep onu yazmalı. “devir” içten bir anlatı! okunuyor, okurken farklı bir tat alınıyor, o yüzden okunmalı da.
okunmalı ki, şimdiki çocuklar bilmeli o zamanlar birer çocuk olan bizleri, bizi, yaşadıklarımızı, geçmişimizi.
“biz büyüdük şimdi ama insan büyüyünce kendini küçük zannediyor galiba. dünden daha küçük olmuşuz gibi.” (ayşe, s:388)
onun için herkesin yaşadığı “devir”ler önemli, çok önemli; tabi ki o “devir”lerin yazılması da önemli. emeğine sağlık “ece temelkuran”. yolun açık olsun... yolumuz açık olsun! anlatırken de, yazarken de dinlerken de, okurken de!.. (ms/yy)
* devir ece temelkuran, roman, can yayınları, şubat 2015, 978-975-07-2441-1, 493 sayfa