Geçen haftadan beri interaktif bir tiyatro oyunu sürmekte ve ben bilet aldığımı hatırlamasam da kâh gülerek, kâh dehşete düşerek bu oyunun parçası olmaya devam ediyorum. Öyle de gerçekçi ki namussuz, bazı geceler uyutmuyor, “Şimdi ne olacak?” sorusuyla teori ürettirmeye, yazıp çizdirmeye, fikir alışverişi yapıp sabaha karşı internetten tanınmayan insanlarla sulu şakalar yapmaya zorluyor seyirciyi. Çünkü izlenilen oyun kişide akıl bırakmıyor pek, ancak uykusuzluk sarhoşluğu ve kara mizahla çekebiliyorsunuz.
Bileti ben almadığım için, canım isteyince öyle pat diye de çıkıp gidemiyorum işin kötüsü. Bu lanet oyun, bir Salı sabahı, ayakkabı kutuları ve para sayma makinalarıyla evimin orta yerini işgal etti. Daha o an anlamalıydım bütün o kutulardan, bakanlardan, bakmayanlardan ve kasetlerden kurtulmam gerektiğini. Buzdolabında dondurma kutusu görünce ister istemez sevinen çocuklar olarak bu kutularla da ilgilendik, sonuç her zamanki gibi hüsran da olsa. Eh, frambuazlı dondurma kutusundan haşlanmış nohut çıkıyor genelde ama, umudumuzu da tamamen kesemeyiz ya. Ben de belki bu sefer kutudan iyi bir şey çıkar diye seyre koyuldum bu yeni piyesi.
Romen asıllı Fransız yazar Eugène Ionesco’nun “Amédée ya da Bundan Nasıl Kurtuluruz” adlı bir absürt tiyatro oyunu var. Bizim piyes başladığından beri aklımdan çıkmaz oldu. Oyunda başkahramanın evindeki yatak odasında durmaksızın büyüyen bir ceset vardır ve kimse bu konuda bir şey yapmaz. Ceset de büyüdükçe büyür ve sonunda devleşmiş ayağı, oturma odasının kapısından içeri giriverir. Ben günlerdir memleketin piyesini izledikçe Ionesco’nun oyunundaki o dev ayağı ve o ayağa alınabilecek ayakkabıların kutularını düşünmeden duramıyorum. İşte ancak o boyuttaki bir kutudan miktarını aklımızın almadığı desteler çıkabilir zira. Olanları izlerken yer yer neşeli, yer yer isterik kahkahalara boğulmamız artık dimağımızın görüp duyduklarını idrak edememesinden hep. O yüzden birkaç gündür memleket delilik sınırına yaklaşmış bir panayır, biz de çadırlardan birine girmiş, dev ayakkabı kutularını ve içlerinde küçücük kalmış politikacıları izliyoruz.
Bu bir Yunan trajedisi de değil ki gökten zembille bir deus ex machina inip iyice karışmış olan düğümleri çözsün ve perde kapansın. Hem o kadar bekleyecek sabrımız kalmadı. Biz de açtık çarşaf çarşaf sayfaları, kendi oyunlarımızı yazıyoruz. Kavgalardan, kutulardan, kasetlerden medet ummayı hiç düşünmemiştik zaten. Ama hazır önümüzdeyken bu zihin açıcı malzemeleri de kullanmayacak değiliz tabii, o ayakkabılardan çiçek saksıları, kutularından da kedi yatağı yapılır en güzel. Para kısmına dokunmayız yalnız, orada kirli bir şeyler var ve çiçek ekerken toprağa değdirdiğimiz ellerimiz o pisliğe bulaşsın istemeyiz.
Bize bıraksanız siz de kutulara tıkıştırdığınız banknotlarla kapatamadığınız mutsuzluğunuzdan biraz olsun arınırdınız, evinizi kasa üstüne kasalarla, para sayma makineleri ile doldurmak yerine erkenden uyanıp çiçeğinizi sulardınız belki ama olamadı. Yazık. Yatağınıza yatıp gözlerinizi kapadığınızda dolarlarınıza mı sarılıyorsunuz, rüyanızda kasa kilitlerinizi görüp gülümsüyor musunuz, bilemem. Fakat artık kokulu ayaklarınızı da, kirlettiğiniz kutularınızı da alıp çıkın evlerimizden, sonra da sokaklarımızı terk edin.
Ionesco’nun başkahramanı sonunda evindeki koca cesedi götürüp bir ırmağa fırlatır. Fırlatmasına fırlatır da, evini işgal etmesine göz yumduğu bu ceset ırmağa düşerken adamı da beraberinde götürür. İşte bu yüzden, evde istenmeyen çirkin dev ayaklar, en kısa zamanda önce sokaklara çıkarılmalı, sonra da bütünüyle imha edilmelidir. (BT/HK)