Seçim yenilgisi, yolsuzluk-hırsızlık söylentisi, bölünme-parçalanma, modern, post-modern darbe hiçbir melanet karşısında metanetini kaybetmeyen, gülücüğünü aksatmayan, hırsını mayalayan, koltuğunu zamklayan gedikli politikacılara benzemeyen bir vaka söz konusu belli ki...
Duruma Derviş'in insani vasıflarını kaybetmemesi, politikacılığa mahkum olmaması, "başaramazsam Üniversiteye dönerim" sözünün arkasında durma isteği gibi kendi açısından "pozitif" yorumlar getirmek mümkün. Ama ne kadar zorlarsak zorlayalım, Derviş'in bu ülkedeki geleceğine ilişkin umutlu bir tablo çizmek kolay değil.
Nasıl bir miras?
Derviş'in yazgısını 12 Mart dönemi "beyin takımının" ekonomi şubesi Atilla Karaosmanoğlu'na benzetmek mümkün. Kariyerinin sonunda yolunun Türkiye'ye düşmesi, önünde bir gelecek umudu bulunmaması, Derviş'in serüvenini daha da hüzünlü hale getiriyor.
Derviş'in arkasında nasıl bir miras bırakacağı da meçhul. Geldiğinde bu ülkenin sorunlarına, insanlarına, zihniyetine ne ölçüde vakıf olduğu hakkında bir fikrimiz yoktu; bize tek söylenen ona güvenmemiz, arkasında kenetlenmemiz, modern Mesih muamelesi yapmamızdı.
Şimdi gittikçe tükendiğini hissetsek de, henüz moda tabirle, "vizyonu neydi, programı neydi" kavrayabilmiş değiliz. Bildiğimiz, 12 Dev Adam benzeri "15 dev yasa; hemen şimdi" sloganıyla karşımıza çıkışı. Zaten bunların her biri IMF tarafından telaffuz edilmiş bulunan, izleyenlerin Meksika, Arjantin gibi benzer ülkelerden aşina olduğu, "uluslararası neo-liberal hukukun" gereği yasalardı. Gerçi Derviş'in hatırına o statükocu bilinen Meclis'ten takır takır geçti o yasalar... Belki bir de akıllarda, Derviş'in Dünya Bankası Kalkınma Raporları'ndan ödünç "yönetişim, şeffaflık, hesap verilebilirlik" gibi sloganları kaldı ama, onların da ne manaya geldiklerini pek anlayan çıkmadı.
Aslında Derviş neo-liberalizmin yeni dönem ekonomi patronu profiline tam uyuyordu. Şili'de Lagos, Brezilya'da Cardoso, Peru'da Toledo gibi kendinden menkul solcuydu. IMF-Dünya Bankası'na kurumsal, özelleştirme-liberalleştirme-deregülasyona ilkesel sadakatinin teminatı tüm kariyeriydi.
Liberal nabızlara gerekli şerbeti vermeyi biliyor, Özal'a hayranlığını sık sık dile getiriyordu. Bu biraz da, Özal'ın uyguladığı 24 Ocak politikalarının teknolojik atılım yoluyla sanayileşme öneren 4. Plan yerine Derviş-Robinson'un "istikrar + yapısal uyum"a dayanan programını tercih etmesinden kaynaklanıyordu.
Özal formülünün bilançosu: 45 milyar dolar
Meclis'te bir soru önergesi üzerine Körfez Savaşı'nda Özal'ın meşhur "1 koyup 3 alma" stratejisinin bilançosunu çıkarmak da Derviş'e düşecek, "maalesef bize maliyeti 45 milyar dolar olmuştur" demek zorunda kalacaktı. 11 Eylül sonrasında yine de ABD'nin en sadık müttefiki olmayı sürdürmeliyiz demekten vazgeçmeyecekti.
Bize en uzak Türk
Financial Times, "güvenilebilecek son Türk" diyerek Derviş'in uluslararası sermaye çevreleri gözündeki özel konumunu ilan etmekten çekinmemişti. Bu sözlerin sıradan yurttaş içinse "öyleyse bize en uzak Türk" anlamına gelmesine de kimse şaşmamalıydı. Nitekim Telekom krizinde Öksüz-Derviş çekişmesi, bazılarına Derviş'in arkasına dizilerek yıllar sonra anti-faşist bir nostalji yaşatırken, Derviş, alışkanlığından vazgeçmeyerek çözümü IMF'yi imdada çağırmakta aramıştı. Arkadaşıyla topu paylaşamayınca babasının tokatlarından medet uman çocuğun mahalledeki karizması nasıl buharlaşırsa, Derviş de kamuoyu nezdinde benzer bir akıbetle karşılaştı.
Dakika 1, Gaf 1
Derviş Türkiye'ye ayak basar basmaz, "sorunların nedeni sıcak para" açıklamasıyla dakika bir gaf bir dedirtmişti. Daha sonra, "bir ara konsolidasyon düşündük" itirafıyla o "lanetli" kelimeyi bile kullanmış; en son "Afganistan, Burundi'den daha iyiyiz" incisiyle sermaye çevrelerine de biletini kestirmişti. Zaten ekonomi bürokrasisiyle de arası pek sıcak sayılmazdı.
Özal'ın tohumunu attığı, kendini parlamentodan, hükümetten çok, IMF-Dünya Bankası'na yakın hisseden, yeni küreselleşmeci bürokrasiyle pekala anlaşabilirdi. Ama malum akıl hocaları dışında kimseyle diyalog kurmayıp , Ankara bürokrasisini hep teğet geçince ipler koptu.
En somut karine!
Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'nı açıklarken "birlikte goller atacağız" dediği bürokrasiyle "gol orucuna" yatıverdi.
Kısacası aylarla ölçülen Derviş döneminden, Bektaşi'nin söylediği gibi kendisinin de bir şey anladığını sanmıyoruz.
Bu, konjonktürün talihsizliği mi, onun beceriksizliği mi henüz belli değil. Belki de Derviş'in geleceğine ilişkin en somut karineyi kendisinin geçmiş değerlendirmesi oluşturuyor:
"1979'da Türkiye'nin kötüye giden durumu yüzünden yurttan ayrıldım." (NU)