Ülkede bir Kemal Kılıçdaroğlu rüzgarı esiyor. Rüzgarın ne kadar süreceğini tahmin etmek güç değil. Bu arada ajanslar da boş durmuyor. Kılıçdaroğlu'nun her adımı izleniyor. İstanbul seçimlerinde gösterdiği 'başarılı' ikincilik, herhangi bir yargı kararına yol açmasa da yolsuzluklara karşı gösterdiği performans, elbette bu rüzgarın eseceğini çok önceden haberdar etmişti bizi.
Biz, rüzgarı doğru okumaya çalışanlardan olacağız.
Evet, Dersim'iz Kemal Kılıçdaroğlu...
Dersimli Kemal'den Mahatma Gandhi'nin kemiklerini sızlatan Gandi Kemal'e uzanan sürece değinmeden önce, gerçeğin aziz kutsallığına sığınarak, kabalığın söylemdeki özde içeriğini değiştirmeyeceğini belirtmek de fayda var.
Nedense, "Efendi Kemal Kılıçdaroğlu" denince hemen aklıma, "Kemalizmin terbiyesinden geçmiş bürokrat" tanımı düşüyor. Kılıçdaroğlu'na yapılan "sakin güç" tarifini de nedense buna bağlıyorum. Bu ülkede Kemalist terbiyenin ne anlama geldiğini, kanla abdest alan bir cumhuriyetin kurucu ve ideolojik felsefesinin ana payandası olduğunu de sanırım hepimiz az çok biliyoruz. Kemalizm, 1925'te Şeyh Sait isyanında Kürt isyancıları, 1938'de Kılıçdaroğlu'nun memleketi Dersim'de Alevileri, 1977'de Taksim'de işçileri, 1984'ten beri bütün Kürt coğrafyasında yine Kürtleri, altı oklu sopasıyla terbiye etmeye çalışmış mıdır? Çalışmıştır! Sonuç almış mıdır?
İşte burası tartışılır.
Kemal Kılıçdaroğlu, bugün Türk siyasetinde bu başarıda (tabi kimileri başarızlık da diyebilir) kadim kılmak adına Kemalistlerin umut bağladığı mühim bir figür. Figüre destek veren medya, anti-AKP çizgisinde olan ve siyasetlerini iktidar partisine göre konumlandıran diğer partiler ve laik-elitist çevreler bu umudun içinde fazlasıyla yer almış görünüyor.
Peki umut bağlanan Kemal Kılıçdaroğlu kimdir, partisi nasıl bir partidir?
Ergenekon sanıklarına destek verirken söylemekten hicap duymadığı "Silivri'de yatmak benim için onurdur" diyen Kılıçdaroğlu ile halkçı gazıyla medyada şişirilen sözde sol imajlı, söylemekten hicap duyduğum Mahatma Gandhi ile asla yan yana koymadığım, medyanın tanımlamasıyla dile getirdiğim "Gandi Kemal mi" bu çevrelerin umudu olacak?
Vay halimize...
Kendi çocuklarını bombalamaktan çekinmeyen, Kemalizm adına cinayet işleyen Ergenekoncuları savunan, "Sol bitti çocuklar haydi sağa kırıyoruz dümeni" diyen Kılıçdaroğlu kurtarıcımız olacak, öyle mi?
Açıkcası bu işler kasetle gönderip kasketle dönmek kadar kolay görünmüyor. Bir kere konuştuğumuz mevzuda halk, iktidar, parti, yönetmek ve devlet gibi kavramlar varsa iki defa düşünmeliyiz.
Haliyle Kemal Kılıçdaroğlu'nun başına geldiği partinin nasıl bir parti-devlet olduğuna değinmeden geçmek ayıp olurdu.
Gerçek CHP
RED dergisinin Haziran 2007 sayısında C. Serhat Nigiz imzalı yazıda CHP şöyle tanımlanıyordu:
Türkiye'de geniş kitleler arasında CHP'ye ilişkin yaygın bakış açısı, CHP'nin "sol" bir parti olduğudur. "Çağdaş" "modern" "laik" "askerci" görünümüyle göz dolduran CHP, bu "Cumhuriyetçi" niteliklerinden dolayı "sol" şeçmenin göz bebeğidir. Fakat CHP'nin sadık izleyicileri bilirler ki, CHP'nin tüm tarihi, solun, işçi hareketinin, sosyalizm mücadelesinin karşısında yer almaktadır. CHP Cumhuriyet tarihi boyunca, solun, işçi hareketinin, sosyalizm mücadelesinin önünde bir emniyet sibobu görevi görmüştür. Cumhuriyet tarihi incelendiğinde, CHP'nin tüm solu kendisine nasıl yedeklemeye çabaladığı çok net bir biçimde görülecektir. CHP bugünde "laik-şeriatçı" kutuplaşmasını kullanarak, "Cumhuriyet elden gidiyor!" "Laiklik elden gidiyor!" korkusuna kapılan orta sınıfları ve küçük burjuva kesimleri, kendi burjuva siyasetinin peşinden sürükleme gayreti içindedir. CHP bütün Cumhuriyet tarihi boyunca sadece solun, işçi hareketinin, sosyalizm mücadelesinin önünde bir engel olmakla kalmamış, aynı zamanda bu ülkede sol adına ne kadar olumlu değer varsa hepsinin ortadan kaldırılmasına ortaklık etmiştir. Kısacası, CHP solu, işçi hareketini, sosyalizm mücadelesini hizaya getirme çabasının adıdır.
Şimdi CHP'nin "parlak" tarihine kabaca değinelim.
CHP'nin "devletçiliği" ve "Halkçılığı"
Mustafa Kemal'in talimatıyla resmi olarak 9 Eylül 1923 tarihinde kurulan CHP, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte hızla sivil-asker devlet bürokrasisinin ve toprak ağaları ittifakının partisi haline gelmiştir. Mustafa Kemal rejiminin iyice sağlamlaştığı 1920'lerin sonlarına doğru ortaya çıkan CHP'nin Altı Ok'u, CHP'ye ilişkin Türkiye solunda ortaya çıkan kafa karışıklıklarının nedenlerinden biridir. Özellikle CHP'nin Altı Ok'u içinde yer alan "devletçilik" ve "halkçılık" ilkeleri, CHP'nin "sol" bir kimliğe sahip olduğu yanılgısına neden olmuştur.
1930'lu yılların ilk yarısında Türkiye'de devletçiliğin gündeme gelmesi ideolojik bir tercihten değil, o dönemki uluslararası konjöktürünün getirdiği zorunlulukların bir sonucudur. Türkiye Cumhuriyeti, 1929 ekonomik bunalımının ortaya çıkardığı iktisadi koşulları tersine çevirebilecek, ekonomide ortaya çıkan kopuklukları giderebilecek güce sahip bir özel sermaye sınıfına sahip değildi. Devlet işte bu yüzden, batıda burjuvazinin oynadığı tarihsel rolü, diğer bir değişle "yatırımcı" rolünü oynadı. Devlet "yatırımcı" olarak ekonomik yaşama müdahale etmek zorunda kaldı. Şayet devlet bu tarihsel rolü oynamasaydı, büyük ihtimalle, Cumhuriyetin ilk yıllarında pamuk ipliğine bağlı, sınıf ittifakını ve devlet yapısını ayakta tutmak kolay olmayacaktı. 1930'lu yılların ilk yarısında, hâkim sınıfların ekonomi-politiği, bu temel üzerinde yükseliyordu.
1929 iktisadi bunalımı koşullarında, mevcut sınıf ittifakını ve devlet yapısını ayakta tutmak amacıyla girişilen, devlet yatırımları, daha sonraları Cumhuriyetin ve Kemalizmin bir "ilkesi" sayılmış, kimileri de böyle bir "ilkenin" varlığına inanmıştır. Kemalizmin halk kitleleri karşısındaki "sol" "aydınlamacı" "modernist" görünümüne ek olarak, "devletçi" görünümü, Türkiye'de "solculuğun" ve "komünistliğin" devletçilik ile özdeşleştirilmesine neden olmuştur. Kemalistler açısından "devletçilik" her hangi bir ideolojik tercih ve ilke değildi. Özel sermayenin cılızlığı, ranta ve spekülasyona dayalı toplumsal yapı, öte yandan yabancı yatırımları özendirecek bir ulusal ve uluslararası sosyo-ekonomik ortamın bulunmayışı, devleti kilit sektörlerde yatırım yapmaya yöneltmiş, ilk devlet KİT'leri bu dönemden sonra kurulmaya başlanmıştır. Kemalistler açısından, KİT'lerin çoğaltılıp, çeşitlenmesi, nesnel bir zorunluluğun sonucudur. Yoksa Kemalistler Sovyetler Birliği'nin "devletçiliğini" örnek aldıkları için değil!
Türkiye'de sadece KİT'ler değil, özel sermayenin de bugünkü seviyesine gelmesi büyük ölçüde devlettin eseridir. Türkiye'de özel sermaye birikiminin kaynağı son çözümlemede devlettir. Devletin sağladığı olanaklar sayesinde burjuvazi palazlanabilmiştir. Özel sermaye kesimin palazlanmasını sağlayan yegâne güç burjuva devlettin kendisidir. Özetle, "devletçilik ilkesi" devlet eliyle sermaye sınıfı yaratmayı hedefleyen geçici bir ilkeden başka bir şey değildir.
Mustafa Kemal 1 Aralık 1921 günü Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda var olan hükümetlerin bilimsel nitelik olarak hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli egemenliği tek milli iradeyi belirten bir hükümettir. Bu anlamda bir hükümettir! Sosyal bilimler noktasında bizim hükümetimizi açıklamak gerekirse "halk hükümetidir" deriz." Mustafa Kemal sözlerine şu şekilde devam ediyordu: "Efendiler! Halkçılık sosyal düzenini emeğine, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal doktrindir efendiler! Biz bu hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için toptan, milletçe, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini (Halkçılığı) izleyen insanlarız."
Mustafa Kemal 4 Ocak 1922 günü, Lenin'e yazdığı uzun mektupta da şunları söylüyordu: "...Batıda kapitalist sınıfın tüm millet üzerinde egemenlik kurmasına benzer bir durum bugün Türk ülkesinde yoktur. Bu bakımdan biz kapitalist sistemden ötede, halkçılık sistemini gerçekleştirmiş bulunuyoruz." Halkçılık ilkesi üzerine bir yığın alıntı ve bilimsel çözümleme yapılabilir. Gerçekte ise Mustafa Kemal'in "biz sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz" söyleminde ifadesini bulan "halkçılık ilkesi", sınıf mücadelesine set çekmenin ideolojik kılıfı olması ötesinde pek bir anlam taşımaz. Son çözümlemede, Mustafa Kemal'in devleti de sınıflarüstü bir "imtiyazsız, sınıfsız bir halk devleti" değil, burjuva-milliyetçi karakterli bir devletten başka bir şey değildir.
1960'lı yıllar: CHP ve Ortanın Solu
CHP tarihinde sol kelimesinin ilk defa telaffuz edilmesi, İsmet İnönü'nün 29 Temmuz 1965 tarihindeki o ünlü "ortanın solu" söylemiyle gerçekleşecekti. 40-45 yıllık varlık süresince, CHP'nin hiçbir zaman siyaset sahnesinde kendisini "solda" tanımlamak gibi bir kaygısı yoktu.
CHP, 60'larda ve 70'lerde işçi ve öğrenci hareketinin yükselişi temelinde toplumun yaşadığı genel uyanış karşısında sol bir söylem tutturmaksızın ülke siyasetinde ayakta kalamayacağını görmüştür. CHP bu yolla, hem yükselen bu dalgayı dizginlemek hem de Süleyman Demirel'in Adalet partisi gibi halk desteği yüksek olan bir rakip karşısında kendine taban sağlamak istemiştir. CHP'nin "ortanın solu" aldatmacısı, bu amacın ideolojik kılıfıdır.
1960'lı yıllardan itibaren Türkiye'de sol yazın hızla gelişmekteydi. Bu dönemde düzen dışı sol muhalefet ise 1961'de kurulan Türkiye İşçi Partisi'nde (TİP) toplanmıştı. Bu yıllarda, TİP'in parlamentodaki varlığı, hızla artan işçi ve öğrenci hareketleri, egemen sınıflar arasında huzursuzluk yaratmaktaydı. Dalganın önü kesilmeliydi, sol düzen içi sınırlara hapsedilmeliydi. Bu yıllarda CHP'nin TİP'e karşı bakış açısı durumu net bir biçimde ortaya koymaktadır. 1965 Şubatı'nda gerçekleşen bir CHP Parti Meclisi toplantısında şunlar ifade ediliyordu: "CHP, AP'nin yanı sıra solda da Türkiye İşçi Partisi'yle savaşacaktır". CHP'nin bir dizi sosyal ve ekonomik reform vaadiyle somutlaşan "ortanın solu" söylemi, gelişmekte olan sosyalist harekete karşı ideolojik bir kalkan işlevi görmekten öte bir anlam taşımamaktaydı.
70'li Yıllar: CHP ve Sol
1970'li yıllarda sosyalist hareketin hiç de azımsanmayacak bir bölümü, CHP parti örgütlerinde faaliyet sürdürmekte, bir yandan da 1973 ve 1977 seçimlerinde "faşizme karşı birleşik cephe" söylemiyle CHP'ye oy verme çağrısında bulunmaktaydı. Böylece sol bir düzen partisi olan CHP'yi, işçi-emekçi kitlelerine adres göstererek, burjuvazi ile işbirliği hedefi güden Menşevik stratejinin esiri oluyordu.
1973 seçimi tüm sol için tam bir hayal kırıklığıydı. 73 seçimi sonrasında Erbakan'ın Milli Selamet Partisi ile koalisyon kuran "Halkçı" Ecevit'in ilk büyük icraatı 1974 Kıbrıs işgali oldu. 1977 seçimlerinden sonra yeniden hükümet kuran Ecevit'in CHP'si, faşist terörün kaynağı olan kontrgerillanın örgütlenmesi üzerine asla gitmedi. Ecevit kendisinin de o mevkide kalmasını sağlayan düzeni değiştirmeyecekti! Ecevit'in CHP'sinin Türk-İş ile imzaladığı "Toplumsal Antlaşma" işçi sınıfının yaşam koşullarını daha da kötüleştirdi. Ecevit'in CHP'si bu dönemde, IMF programını uygulamaya koyarak, reel ücretlerin dörtte bir oranında düşmesine neden oldu. Tüm bu gelişmelerin doğal sonucu ise, işçi-emekçi kitlelerinin "sol" olarak görülen CHP'den uzaklaşılması ve 12 Eylül yaklaşırken sosyalist örgütlerin kitle tabanını küçümsenmeyecek boyutta yitirmiş olmasıydı. Son çözümlemede, Ecevit'in CHP'si, İşçi sınıfının 70'li yıllardaki devrimci yükselişini yolundan saptırma misyonunun önde gelen temsilcisiydi.
Ecevit'in burjuva siyasetindeki önemini burada kısaca belirtmek gerekir. Ecevit 1970'li yıllarda, CHP'nin bu koşullarda hayatta kalamayacağını, diğer yandan da burjuva düzenin ayakta kalabilmesi için, toplumdaki sola kayışın kontrol altına alınıp düzen için kanallara sevk edilmesi gerektiğini görmüş ve bu uğurda İsmet İnönü'yü CHP'den tasfiye edecek olan politik sürecin kapılarını aralamıştır. Bu duruma CHP'nin "sosyal demokratikleşme" süreci olarak ifade edilmek istense de, gerçekte olup biten, CHP'nin sivil-asker bürokratik devlet seçkinleri partisi olmaktan çıkarılıp, merkezci bir popülist kitle partisi hüvviyeti kazandırılması sürecidir. Bu sayede Ecevit'in CHP'si yükselen devrimci dalgayı düzen için sınırların içersine çekebilmiştir. Ecevit'in CHP'si, 80 öncesi varolan devrimci durumun önünün kesilmesinde kilit rol oynamıştır.
Sosyalist sol 1970'lerde iki büyük saldırıya uğramıştır. Birincisi kontrgerillanın fiziki baskısı ve sivil faşist harekettir. İkincisi ise CHP'dir. Bu ikili yönlü saldırı, 1970'li yıllarda Türkiye işçi ve emekçi kitlelerinin tek umudu olan sosyalist solun tasfiyesini gerçekleştirme operasyonudur.
CHP'nin Gerçek Yüzü
CHP'nin tüm politik sicili, amansız bir komünizm ve işçi düşmanlığı ile bezelidir. "Solcu" olarak bilinen CHP, 60'lı yıllara kadar en temel işçi haklarına bile karşı olmuştur. 1950 yılında Demokrat Parti sendika, grev yasası gibi düzenlemeler önerdiğinde, CHP'li eski çalışma bakanı Sadi Irmak CHP adına söz alarak "böyle bir şey olamaz" diye itiraz etmiştir.
CHP, dünya üzerindeki burjuva partilerinin tüm tipik özelliklerine sahiptir. CHP, tepeden inmeci bir burjuva rejim kurma hedefi ile hareket eden sivil-asker Osmanlı bürokrasisi tarafından kurulmuş olan bir partidir. Bırakalım sosyalistleri ve işçi-emekçileri, CHP Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, kendisi dışındaki hiçbir burjuva partisine bile yaşam hakkı vermeyen bir tek parti diktatörlüğü kurmuştur. Bu dönemde devlet aygıtı ile CHP tümüyle iç içe geçmiş bir durumdadır. Yani CHP Kemalist devletin ta kendisidir. Bir başka ifadeyle CHP, asker-sivil bürokrasinin partisidir.
1920'lerin CHP'si toplumu "sınıfsız, imtiyazsız, çıkarları ortak tek bir kitle" olarak tanımlayan "derin" sosyolojik analizi geliştirdi. Şayet "çıkarları ortak tek bir kitle" varsa, bunun da yalnızca tek bir partisi olabilirdi. 13 Ocak 1923'de Mustafa Kemal şu beyanatta bulunuyordu: "Ben öyle bir parti kurmasını tasarlıyorum ki bu parti milletin bütün sınıflarının refahını ve mutluluğunu sağlamayı yönetilmiş bir programa sahip olsun. Milletimizin şartları buna elverişlidir." Mustafa Kemal'in tasarladığı bu "sınıflarüstü" parti "teorisi", gerçekte asker-sivil bürokrasinin partisi olan CHP'nin baskıcı ve sömürücü karakterini gizleme olanağı sağlıyordu. Tüm bu nedenlerden dolayı, o zamanın CHP'sini "burjuvazinin en sol kanadı" olarak değerlendirmek bile mümkün değildir. O zamanın CHP'sinin programında ne demokrasi, ne toprak reformu, ne Kürtlerin, Ermenilerin ve diğer halkların haklarının savunulması vb. "burjuva-demokratik" ilerlemeleri içeren hiçbir somut hedef yoktur.
CHP ve Kemalizm, Cumhuriyetin kuruluşundan beri devrimcilere, hapisleri, işkenceleri, ağır takip ve polis baskısını reva görmüştür. Buna rağmen Stalinci TKP bu yıllar boyunca, ülkenin geriliğinin aşılması ve kapitalizm öncesi feodal yapıların tasfiyesi adına, burjuva devriminin temsilcisi olarak gördüğü CHP'nin ve Kemalist rejimin destekçisi olmuştur. TKP'nin bu tutumu, uzun yıllar boyunca devrimci hareketin, CHP ve Kemalizm konusundaki yanılsamalarına temel oluşturan yanlışlar dizisinin kaynağını oluşturmaktadır.
Bugün CHP'ye hiçbir biçimde sol denilemez. CHP, dışlayıcı laiklik anlayışıyla, milliyetçi-ırkçı siyasetiyle, sivil-asker bürokrasisiyle, diplomatlarıyla, mütahitleriyle tipik bir burjuva partisidir. CHP'nin solla uzaktan yakından alakası yoktur. CHP'nin bu ülkenin işçileri, emekçileri, ezilenleri ile uzaktan yakından alakası yoktur. CHP işte bu nedenlerden dolayı, işçilerden, emekçilerden, ezilen kitlelerin geniş kesimlerinden oy alamamaktadır. CHP bu durumun farkındadır. CHP, "laik" ve "modern" yaşam tarzı konusunda hassas olan orta sınıflar ve küçük burjuva kesimler arasında güçlenmektedir. CHP toplumu laik-şeriatçı ekseninde kutuplaştırmaya çalışmakta, "Laiklik elden gidiyor!" "Şeriat geliyor!" korkusuna kapılan tüm kesimleri, kendi burjuva siyasetinin kuyruğuna takmak istemektedir.
Ulusal ve uluslararası koşullar, Türkiye'de Kemalist "refleksleri" azdırmaktadır. Özellikle TSK'nın hamiliğini yaptığı milliyetçi-ırkçı siyaset yükselmektedir. TSK'nın hamiliğini yaptığı sivil kanat ise, bu milliyetçi-ırkçı siyasetin "demokratik" ayağını oluşturmaktadır. Statükocu sivil-asker güçlerin resmi ideolojisi olan Kemalizm'in Türkiye'de şimdilik "pili" bitmemiştir. Statükocu hakim sınıflar ihtiyaç duydukça Kemalizm ideolojisini devreye sokacaklardır. Türkiye'de milliyetçi-ırkçı siyasetin yükselişi, Kemalizm "reflekslerinin" hakim sınıflar tarafından yeniden diriltilme çabasından kaynaklanmaktadır. "Eski" ve "yeni" hakim sınıflar arasındaki çatışmada, statükocu blok için Kemalizm, hem en temel savunma hem de en temel saldırı silahıdır.
Sosyalist hareketin tarihsel hataları yüzünden, Türkiye'de hiçbir zaman, gerçek manada bir işçi sınıfı mücadelesi geleneği oluşmamıştır. Bu yüzden, Türkiye'de siyasal arena genelde sağın hakimiyeti altında kalmıştır. Türkiye'de çevreler kimi Kemalizme, kimi islamcılığa, kimi muhafazakarlığa, kimi ulusalcılığa, kimi dindarlığa, kimi liberalizme, kimi laikliğe, kimi cumhuriyetciliğe, kimi milliyetçiliğe vb. vurgu yapmaktadır. Fakat bu insanların büyük bir çoğunluğu, kendi sınıfsal (ekonomi-politik) çıkarlarının bilincinde olmadıkları için, kendi sınıfsal çıkarlarına fazlasıyla ters düşen ideolojilerin peşinden sürüklenebilmektedir.
CHP ve Kemalizm hususunda tüm sosyalist sol net bir tutum alması zorunludur. Çünkü, CHP ve Kemalizm ile hesaplaşılmadan, günümüzde devrimci işçi sınıfı hareketinin temsil ettiği gerçek sol çizgi asla güçlendirilemez.
İşte Kemal KIlıçdaroğlu'nun başına geldiği parti, böyle bir partidir. Ve bu parti-devletin, daha da derine iner ve daha açık yazarsak, derin devletin bütün umudunu bağladığı isimdir Kemal Kılıçdaroğlu. Bu isim sayesinde, Kürtlerin mücadelesi, Kürt açılımı ve Ergenekon operasyonlarıyla darbe alan Kemalizm yeniden şaha kaldırılmak isteniyor. Bu girişimin biricik gayesi, ordunun devlet içindeki etkin ve güçlü pozisyonunu yeniden konumlandırmak, sarsılan sivil-askeri bürokratik devleti yeniden esas almaya yöneliktir.(FA/EÜ)