Geçmiş ile bugün arasında kurulmaya çalışılan bağ, manipülatif tarih anlayışı ile oluşturulmaya çalışılırken en azından bu şekilde mutabık olacağımız bir toplumsal uyuma kavuşacağımız düşünülüyor.
Bugün çok konuşulan, tartışılmaya çalışılan "hatırlama", "bastırma", "yüzleşme", "hesaplaşma", "kolektif kimlik", "toplumsal hafıza", "unutma" (unutturulmaya çalışma) gibi kavramların karşılığı devletlerin ve devlet mekanizmalarının tarih politikalarının nasıl olduğuyla ilişkili.
Bu yüzden tüm bu kavramların halklar üzerindeki etkisinin kaygısıyla yola çıkan belgesel filmlerin sırtlandığı sorumluluk fazlasıyla ağır ya da ağır olma zorunluluğu taşıyor. Toplumsal amnezi yaşatılmaya çalışılan ülkelerin belgesel yönetmenleri ise geçmiş malzemeli belgesel filmlerinde geçmişle kurulan "dikteli sessiz uyumu bozmama" uğraşına mecbur bırakılıyorlar. Bu perde arkasından olamayacak kadar yüzsüzleşmiş müdahale ülkemizde okul müfredatına, tarihi filmlere, dizilere kadar uzanıyor.
Bu yüzden "Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklerine sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik ettiği ve gösterime girdiğinde kamu düzenini ihlal etmeye sebep olabileceği alenen görülmektedir." gibi gerekçe gösterilebilen ülkelerde durum daha da zorlaşıyor.
Gerçekten de ezbere uyumlu giden tarih aktarımının ufak bir sektesi çok şeylere neden olabilecek tehlikeleri barındırıyor. Hatta absürt bir alınganlıkla Kanuni Sultan Süleyman'ın çok tercihli cinsel hayatını anlatmaya yeltenen diziye ateşli bir savunma olarak "O dönemde dudaktan öpüşme yoktu." denilebiliyor. (Bakınız Tanzimat şiirlerine, bugünkü cinsel hayatınızdan utanınız.)
Dün (24 Ocak 2011) Bianet'de Fikret İlkiz, bir yazısına istinaden Kültür Bakanlığı tarafından almış olduğu bilgiyi paylaştığı "Dersim "38" Belgeseline Kültür Bakanı Açıklaması" başlıklı yazısındaki haber bu ülkenin geçmişi ile ilgili kompleksini, inkârını, örtbas etme çabasını anlatan küçük çaplı bir girişim. Küçük çaplı bir girişim diyorum çünkü elimizdeki örneklerin bazıları o kadar çok ağır ve o kadar çok hadsiz ki... "Şaşıramama" gibi uğursuz bir alışkanlığın içerisinde "Daha kötüleri de var."diyebiliyoruz.
Paylaşılan karşı metin "Belgesel nedir? Ne değildir? Nasıl olması gerekir?" gibi dersler verdikten sonra "filmin başından sonuna kadar devam eden propaganda unsurları"nı göz ardı etmememiz gerektiği üzerinden bir desteği hak ettiğini söylemeye çalışıyor. Ama şunu da hatırlatmakta fayda var ki çoğu gerçeği yumuşak hatlarla ve kamuoyunu rahatsız etmeden anlatmak-anlatabilmek ancak resmi tarih anlayışının hâkim olduğu kurum ve kuruluşların sipariş ettiği belgesel filmlerde başarılabilir.
Pürüzleriyle, kabahatleriyle anlatacağınız geçmişin "provokatif" olmaması üzerine kafa patlatılmasının sebep olduğu baş ağrılarını birçok tarihçi, belgeselci, geçmiş aktarıcısı (...) bilir. (Bu haberin bir de olumlu tarafı var ki belgesel filmler artık öğrendiğimiz üzere sadece hayvanların çiftleşmesini anlatan, TV'lerin gece vardiyasında ve RTÜK cezalarında kullanılan "dış sesi" ninni okuyan bir program türü değil.)
Konusu itibari ile "38" belgeselinin, "yetim kalmış, sahiplenilmeyen" tarihiyle bu denli ayrı düşmek isteyen bir ülke için illaki sorun yaratması doğal. Zor bir işe kalkışan belgesel yönetmeninin bu zorluğu yaşayacağı öngörüsüne sahip olabileceğini, 1980-1984'de Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanılanları anlattığı "5 No'lu Cezaevi" belgeselinde kazanmış olduğunu düşündüğümüz tecrübeye dayandırarak söyleyebiliriz.
Bu yüzden "belgeleri gerçekçi bulmayan ya da taraflı bulan" yönetim kuruluna yanıtın bizzat belgesel yönetmeni, danışmanları tarafından verilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Hoş bu yıllardır içinden çıkılamayan bir ülke meselesidir ama önemli bir adımın da tam yeridir. Kaldı ki bu istenilmeyecek türden bir çamur atma biçimidir.
Müdahil olduğum tarafın güvenirliğinde ısrar etmekle birlikte "belgeleri kimin nasıl gördüğü" gibi sivri akıl eleştirisinin hemen her yere sızabilecek bir gündemi oluşturabileceği düşüncesindeyim. "Taraflı olma" eleştirisini ise Tolstoy'un, günlüğüne yazmış olduğu "Politika sanatı dışlar, çünkü bir hedefe varmak için tek taraflı olmak zorundadır!" cümlesi çok iyi açıklar. Yani burada da şaşırılacak bir durum yok demekteyim. Buna rağmen yönetim kurulundaki -kurullarındaki- kişileri yekpare bir taraf içerisinde görmek de doğru değil.
Özcan Alper'in "Sonbahar" filminin bir kısım bütçesinin Kültür Bakanlığı destekli olması da buna örnek. Gerçi kişisel olarak bu jestleri "Eniştem beni niye öptü." işkillenmesi ile görmekten de kendimi alıkoyamam. Gene de başta da dediğim gibi aynı kefeye koyulmama konusunda oldukça dikkatli yargılara bulaşma özeni göstermek gerekir.
Günümüzde gerçeğin denetim altına alınması özellikle TV'de oldukça kolay. "1981'de, İngiltere veliaht prensi Charles'ın Lady Diana ile evlenme törenini, özellikle de süvarilerin oluşturduğu korteji yayımlarken televizyon haber yapımcılarının davranış biçimini aktaran; dünyanın, kurgusal olan gözetilerek nasıl kurulduğunu sergileyen bu olaya ilişkin olarak Eco şunları söylemektedir:
"Televizyonu izleyenler kortejdeki atların dışkılarının koyu tonda, kahverengi, farklı büyüklükte olmadığını, hepsinin her yerde pastel tonda, bej ile sarı arası renkte, çok parlak olduğunu ve dikkat çekmediği gibi, kadınların hoş renklerdeki giysileriyle uyum sağladığını fark ettiler. Daha sonra öğrendiğimize göre kraliyet atları, televizyon ekranında hoş görünecek renkte dışkılamaları için bir hafta boyunca özel haplarla beslenmiş. Hiçbir şey rastlantıya bırakılamazdı, her şey televizyon yayını tarafından denetim altına alınmıştı" (Eco'dan aktaran Ramonet 2000: 114-115)" (1)
Televizyon'un "göstermiş" olduğuna yapılan müdahaleye izin veriyor olması bunun belgesel filmler için de geçerli olabileceği anlamına gelmez. Belgesel filmlerin "gösterdiği" gerçeklerle baş etmek zor, türetilen yedek yalanlar için ise yeni yeni doğrular bulmak için aşılmayacak yol yok diyelim sözü bitirelim. (FG/EÖ)
1-Ramonet'ten aktaran: Can Bilgili, Nesrin Tan Akbulut (der.), "Medya Eleştirileri", Birinci Baskı, Beta Yayınları, 2007, s. 179